İslâm Düşüncesinde Bilimlerin Birliği

Tabiat Bilimleri ve İslam İlimleri Arasındaki İlişki
Ayhan Çitil

İDE AKADEMİ 2020-2021 | DERS NOTLARI | 8 MART 2021

Tabiat Bilimlerine Dair Üç Tartışma

  • Değişimin ve Çokluğun Düşünülmesi: İnsanlık, içinde doğup büyüdüğü doğa hakkında hep düşünmüştür ama doğanın bilim dalı olarak düşünülmesi Antik Yunan’a kadar gitmektedir. Buradaki asıl problematik, bilim düşüncesini, çokluğu ve değişimi çelişkiye düşmeden anlamaya çalışmaktır. Düşünce ile varlığı özdeşleştiren bir yaklaşım ortaya koyarak buradan tevhide ulaşan Parmenides, değişim ve çokluğu yanılsama olarak görmekteydi. İnsanın kendinde olan, bir olan zemininde,değişim hakkında konuşabilme düşüncesi tabiat bilimlerini oluşturmaktadır. Zenon ise insanlara değişim düşüncesindeki paradoksları göstermiştir. Çelişkiye düşmeden değişimi düşünebilme düşüncesiyle tabiat ilimleri yapmaya çalışmışlardır.
  • Mantık ve Matematik ile Tabiatın İlişkisi:Antik Yunan’da özellikle mantığı esas alan yaklaşımlar bulunmaktadır. Matematik ve mantık ile değişimin, çokluğun nasıl bir ilişkisi olduğu sorusu ele alınmaktadır.
  • Canlı ve Cansızın Ayırt Edilmesi:Canlı ve cansız aynı şeylerse de değilse de bunların ortaya koyulması gerekiyor. Aralarındaki ilişki nasıldır?  Canlılar nasıl akıldışı bir tabiatta bulunuyor? Bu tür sorular meseleyi zihin felsefesi, biyoloji felsefesi ile ilgili konulara getirir.

Değişimin ve Çokluğun Düşünülmesine İlişkin Üç Farklı Çözüm

  • Pisagorcu / Platoncu Çözüm: Pisagor asıl varlığı sayı olarak ama sayıları da gerçek varlıklar olarak görmektedir. Aynı çözümün çok benzeri Platon’da ortaya çıkıyor. Esas olan “Bir” ama çokluk nasıl düşünülebilir? Bu, matematiksel nesneler üzerinden düşünülebiliyor. Matematiksel nesnelerin imkânları üzerinden fiziksel nesneler değerlendiriliyor.
  • Kapalı cisim: Tabiat dediğimiz şey, matematiksel olana bakarak inşa edilmiş unsurlar ve onların etkileşiminden ibarettir. Demirgous, Platon’un maddeyi yaratan değil ona suret veren Tanrı’sıdır.
  • Chora: Platon-Timaious diyalogunda “Bir”den ayrı bir ilke olarak chorayı ihdas ediyor. Choranın yer, mekân olarak da çevirisi yapılmaktadır. Öyle bir ilke var ki madde, malzeme işlevi görmektedir. Zanaatkâr ya da Demirgouschoradaki malzemeyi kullanarak üçgeni meydana getirmektedir. Tabiattaki nesnelerin oluşumu choradaki arzudan kaynaklanmaktadır.  Yani Pisagorcu ve Plâtoncu yaklaşıma göre asıl varlık “Bir”dir. “Bir” çoklukta ortaya çıkmıştır. Matematiksel olan nesneleri esas alan bir açıklama getirmeye çalışmaktadır.
  • Canlının teşkil edilmesini de Bir’le olan ilişkisi içerisinde ele alıyorlar. Timaios’ta aynı şekilde Platon, söz konusu canın Bir’den hareketle ve Bir’e bakarak Demirgous tarafından teşkil edildiğini ve kurulduğunu ve matematiksel olanlarla nasıl bir ilişki içerisine girdiğini belirlemeye çalışıyor. Yani bu düşünüş biçimi içerisinde aynı zemin, aynı arka plan canlının açıklanması için de kullanılıyor fakat her zaman sorunlar varlığını sürdürüyor. Matematiği sadece düşünsel bir ilke olarak görmüyorlar aynı zamanda varlığın da kendisine göre teşkil edildiği, Pisagorculara gidersek varlığın kendisinin matematiksel olduğu gibi bir düşünüş biçimi ile karşı karşıya kalıyoruz.

Değişim ve Çokluğun Düşünülmesinde İlahiyat Bakımından Sonuçlar

  • ‘Bir’ ile ‘çok’un bağıntısı: Tabiatı böyle bir perspektifte anlayan düşünüş biçiminin ilahiyat bakımından sorunları vardır. Özellikle tevhit ilkesini esas alan bir ilahiyat yapmak istiyorsanız, söz konusu çokluğun ve özellikle o çokluğun zemininde yer alan chora’nın Bir’le ilişkisi içerisinde nasıl var olduğunu açıklamak durumundasınız. Yani nasıl var ki o maddi ilke? Kendisi Bir’e denk olan bir ilke ise o zaman Bir’den bahsedemiyoruz. Kendinde Bir varken, bu kendinde Bir’den chora nasıl çıkmış dediğinizde problemle karşılaşıyorsunuz. Yeni Plâtonculuk ekseninde İslam felsefesinde yapılan madde tartışmaları, bu maddenin bir sureti var mı yok mu, tamamen bir imkân olarak mı var yoksa gerçekten kendinde bir sureti var mı vs. tartışmaları Plâtoncu/Pisagorcu arka plana gidiyor. Dolayısıyla İslam düşüncesinde de bu problemle çok yoğun şekilde uğraşılmıştır.
  • Matematiksel olanın ezeli-ebedi oluşu: Matematiksel olanı, sayıları ve üçgenleri esasa yerleştirmek, çokluğu oradan hareketle teşkil etmeye çalışmak, tabiat anlayışının karşımıza çıkardığı ikinci problemdir. Söz konusu matematiksel olanın da bir tür ezeli-ebedi oluşu vardır. Kendisine göre teşkil edilen unsurlar gibi bozulan, birbirine dönüşen değişen şeyler değildir. Kendinde oldukları haliyle varlar. Matematiksel olanlar da kendinde olan Bir gibi o sistemde tanrısal bir noktada duruyor, aynı ölçüde var mı diyeceksiniz? Yani “ikisini birbirinden nasıl ayırt edeceksiniz?” sorusu ilahiyat açısından ciddi problemlere yol açar.

Değişim ve Çokluğun Düşünülmesinde Atomcu Yaklaşım

  • Değişim ve çokluğun düşünülmesinde ikinci yaklaşım bizim daha atomcu çözüm diye andığımız, Leukippos ve Demokritos gibi düşünürlerin de ön plana koyduğu bir yaklaşımdır. Onlar Parmenides’in haklı olduğunu söyleyerek varlığı bir ve durağan almak gerektiğini ifade etmişlerdir. İslam düşüncesi de öyle alacak ama başka bir perspektiften konuya bakacaktır. “Bir” ve durağan olan bölünemez atomdur fakat atomların birbirinden ayrılması ve hareketin mümkün olması için kendisi atom gibi dolu olmayan, bölüneme olmayan bir başka ilkeye ihtiyaç vardır. O ilkeye de tokenon (boşluk) denir. Atomlar var, kendilerinde içsel olarak hareketsizdirler fakat onlar boşluk olarak düşünülen ve daha matematiksel olarak ele alınan bir mekânda var oluyorlar, etkileşiyorlar, hareket ediyorlar, birbirlerinden ayrılıyorlar. Bu iki ilke atomcular tarafından ad hoc şekilde postule ediliyor. Biz tabiatı bu şekilde düşünürsek çokluğu, olan biteni, değişimi açıklayabilir ve anlayabiliriz diyorlar ve bunun üzerinden yollarına devam ediyorlar. Hatta Leukippos kendisine soranlara “bana göre hareket hep vardı, şu anda da var ve var olacaktır” der. Yani hareketin kaynağı meselesini burada atomların kendisini, kendinde hareketsiz ve durağan “Bir” olarak aldığımız için bir bakıma bütün evrendeki hareketin baştan beri var olduğunun “postule” edilmesi üzerinden çözümlenmeye çalışır.
  • Atomcu perspektif için böyle bir anlayış içerisinde kendisinin farkına varan, kendi dışındaki şeyleri kendisinde temsil edebilen canlı bir varlığın nasıl ortaya çıktığının açıklamasını verebilmek neredeyse imkânsızdır. Atomlar var, teorik entite olarak tabiatı anlamak için işimize de yarıyor, bütün tabiat bunlardan ibaretse ben nasıl varım? Nasıl bir birey olarak varım, bu hem bir canlının parça-bütün ilişkisinin düşünülmesinde hem bilincin düşünülmesinde hem de özgür iradenin düşünülmesinde çok ciddi problemlere yol açmaya başlar.
  • Tabiat, tokenon, uzamsal, yayılımsal olması bakımından geometriye tabii olarak düşünülüyor. Ama atomun kendisi bu anlamda bir geometriye tabi değildir. Bu perspektiften matematiğin atomların kendisine uygulanması ya da atomların varlığının Platoncu perspektifte olduğu gibi üçgenler, sayılar gibi bir bakış açısından matematik perspektifinden ele alınması mümkün olmuyor. Bu da aynı zamanda atomcu yaklaşım için ciddi bir problemdir. Bu ikisinin nasıl bir araya getirileceği ile de uğraşıyorlar.
  • Aynı problemler ilahiyat bakımından da birtakım problemler oluşturuyor. Yani bütün nasıl var? Canlı nasıl var? Evrene hareket nereden, nasıl geliyor? Atomun içine girilmezliği var, o kuvvetlerin kaynağı nedir? gibi sorular sorulduğunda atomcu perspektifin verebildiği çok ciddi cevaplar yok. Geleneğimizde bir kelam atomculuğu var. Cevher kavramı kullanılıyor ancak kastettikleri böyle atomlar. Böyle bir perspektifi benimsiyorlar çünkü aslında söz konusu canlıların, cevherlerin kendi başına var olduklarını söylemek istemiyorlar. Canlının ortaya çıkışının, bir tecrübeye de sahip oluşunun ancak ilahi bir failin etkisi ile olabileceğini söylemek istiyorlar. Tabiatı böyle düşünmek ama bu düşünüş biçiminin eksiklerinin de olduğunun farkındalığıyla bunu semavi dinlerin ilahiyatı ile bir araya getirmek son derece avantajlı bir hale gelebiliyor.

Değişim ve Çokluğun Düşünülmesine Dair Cevher Anlayışı

  • Aristoteles'e atfedilen cevheri esas alan çözüm hem Pisagorcu-Platoncu hem atomcu yaklaşımlara polemik geliştirerek ortaya konulmuş bir görüştür. 
  • Bu yaklaşım mantıktaki çelişmezlik ilkesi üzerinden bütün yüklemlerin bir çelişiği olduğu, yani A gibi bir yüklem varsa A olmayan gibi bir yüklemin de olduğu, düşüncesinden hareket ediyor. Herhangi bir şey birey olarak varsa, bir önermede özne konumunda olabilecek bir adla anılabilecekse, bu çelişik kavram çiftlerinden bir tanesine sahip olarak düşünülüyor. Varlığı adla anılan ve tüm yüklemler, çelişik kavram ifadelerinden birisine sahip olan olarak düşünülen birey, varlıkta da esas olan olarak kabul ediliyor. Cevher dediğimiz şey budur. Aslında söz konusu cevherin sahip olduğu arazları tam da bu perspektiften düşünebiliriz. Bir birey belli bir zamanda, belirli arazlara bilfiil olarak sahiptir, bazı arazlara da bil kuvve olarak sahiptir. Bütün değişim, Parmenides'in ortaya koyduğu problem yani bu perspektiften çözülebilir demeye başlıyoruz.
  • Parmenidesçi yaklaşıma göre değişim mümkün değildir. Herakleitoscu yaklaşımı eleştirir. Buna göre, karşıtların birliği vardır, bu karşıtlar bir ve aynı anda nesnede varsa değişim zaten gerçekleşmez. Bir karşıt var öbürü yok diyorlarsa yokluktan yokluk gelir yine değişim gerçekleşmez, aslında değişim bir yanılsamadır.
  • Aristoteles mantıktan hareketle değişimi çelişkiye düşmeden düşünebilmenin yolunu bize öneriyor. Aslında yokla-bilfiil var arasında kuvve halinde varlık vardır. Belli bir yüklem olarak ben bir araza sahibim ama o olmayanlara da kuvve hâlinde sahibim. Kuvve halinde o imkâna veya araza sahibimdir, ona sahip olduğumda değişim gerçekleşir. Daha önce bilfiil olan araz gider başka bir bilfiil olan araz gelir vs. diye düşünebiliriz diyor. Bu yaklaşımın çok geçerli olduğu düşünülmüş ve çağlar boyunca etkisini sürdürmüştür.
  • Aristoteles'e göre değişim içindeki cevherler kendi başlarına vardırlar, tabiat bunların toplamıdır. Böyle bir evrende yaratıcı bir Tanrıya ihtiyaç yoktur ama hareketin devamının bir garantörüne ihtiyaç vardır. Çok uzun bir düşünüş silsilesi içerisinde bize kendinde bir hareket ettirici olarak Tanrı'nın var olduğu ve evinin hareketini garanti altına aldığını anlatır. Zaman bil kuvve anlamda sonsuzdur, zaman hareketin ölçüsüdür dolayısı ile hareket de sonsuz olmalıdır.
  • Tüm varlıklar kendini düşünen düşüncenin tamlığına edebilme arzusu ile hareket halinde kalıyorlar ancak Platon'un felsefesinde arzuyu taşıyan, kendisi belirsiz olan ilk madde olarak düşünülürken, Aristoteles'te bireylerin kendisi arzunun taşıyıcısı olarak kabul edilir.
  • Aristoteles canlının cansızdan nasıl ayrıldığı problemini tam olarak çözmese de “asıl canlılar cevherlerdir ve onlar vardır, hep var olacaktır” diyerek problemin etrafından dolaşıyor. Canlıların yaratılmasından bahsetmiyor. Sanki canlılık tabiatta hep var olan ve korunan bir şey, canlılardan canlılar geliyor ve tabiat canlıları içeren bir alan olarak varlığını devam ettiriyor. Canlı ile cansızı fenomenal olarak ayırıyor.
  • Böyle bir kozmoloji anlayışının içerisinde aslında bir yaratıcı Tanrı fikrine yer yok, ihtiyaç da yok. Ad hoc olarak zaten o canlı bütününü varlık olarak alıyorsunuz. Sadece hareketin devamlılığı konusunda belirleyici bir ilke olarak Tanrı gibi bir ilkeden bahsediyoruz. Bu ilahiyat açısından bir problem teşkil ediyor. Kendi geleneğimizde çok ön plana çıkardığımız varlık-mahiyet ayrımı, mahiyetin var olanlardan daha geniş bir alan olarak düşünülmesi fikri bu düşünüş biçimi ile bir araya getirilemiyor. Bir bakıma Tanrı’nın gücü, iktidarı, mukadder oluşuyla ilgili sınırlamalar getiren bir yaklaşım, ilahiyat bakımından çok ciddi sorunlara yol açıyor.

Burhan ve Burhan Anlayışının Dönüşümü

  • Aristoteles Organon adlı eserinde kategorilerle terimleri sınıflandırıyor ve oradan önermelere geçiyor. Tanım ve bölme meselelerini ele alıyor. I. Analitiklerde Aristoteles’in çok kapsamlı bir kıyas teorisi geliştirdiği görülür. Aristoteles, “neler söylendiğinde nelerin söylenmesi gerektiği” sorusuna bir cevap veriyor. Hangi kıyas biçimlerinin geçerli, hangilerinin geçersiz olduğu konusunu çok kapsamlı bir şekilde ele alıyor. 256 farklı kıyas formundan 19 tanesinin geçerli olduğunu söylüyor ve sonraki yüzyıllarda onlara 5 tane daha zayıf form geliştiriliyor, 24 tane formumuz oluyor. Kategorik olmayan kıyaslarla ilgili de benzer çalışmalar yapıyor ve elimize mantık diye bir şey veriyor. Bu mantık, zorunlu bilgiye ulaşmak için kullanılır. Bunu incelediği kitabına da II. Analitikler diyoruz. Burhani bilginin öncüllerinin de kesin olması lazım ama onların da burhanla elde edilmesi sonsuz gerileme ya da döngüsellik gibi sorunlara yol açabilir. Öyleyse bu öncüllerin bedihi, kesin, önce oluşunun ayrıca temellendirilmesi gerekir.
  • Aristoteles’e göre bir şeyin nedenini bildiğimizde, o nedenden dolayı o şeyin olduğunu bildiğimizde ve bunu zorunlulukla bildiğimizde onu burhani olarak biliriz, bu da bilimsel bilgidir. Bu nedenler neler diye baktığımızda, o tanımlarda ifade edilen şeyler karşılığı çıkıyor. Çıkarımlar üzerinden bir bilim anlayışı geliştiriyor. Aristoteles bu anlamda burhanı, tabiat bilimlerinin yöntemi ve usulü içinde özellikle kullanmış ve önermiştir.
  • Yeni Plâtonculuk arka planında, İbn Sina’nın da etkisi ve katkısıyla mevzu çok daha metafiziksel bir alana çekilir Asıl problemin “bir şeyin nasıl olup da var olduğu, niçin var olduğu” sorununa cevap vermenin burhan olduğu düşünülmeye başlamış. O zaman bir nedensellik zincirinden bahsetmeye başlıyoruz, “bu niye böyle oldu?” sorusunun şöyle bir nedenden oldu diye durmuyor, o niye oldu diye devam ediyorsunuz ve malum bu İbn Sina’da özellikle mümkün ve zaruri kategorileri ortaya çıkıyor. İbni Sina’cı bir perspektiften geriye doğru gidiyoruz ve zorunlu bir varlıkla ilişkisi içerisinde kâinatı ya da kâinatta bulunan şeyleri bilmeye burhan demeye başlıyoruz.
  • Aristoteles’te tabiat bilimlerine yönelik olarak eleştirilen ve tabiattaki ampirik malzeme üzerinden farkına varılan öncüllerin yerini çok daha metafiziksel, genel, tümel öncüller almaya başlıyor. Hatta geriye doğru gittiğimizde mevzu tamamen ilahiyata ilişkin asıl varlığa ilişkin bir bilgi içerisinde (yine tevhit prensibi var) tabiatın ve tabiattaki varlıkların bilinmesine geliyor. Bu düşünüş biçimi içerisinde biz tabiat bilimi yapmaya devam ediyoruz.
  • Bu düşünüş biçiminin bir benzeri Kusalı Nicholas tarafından da tekrar ediliyor. Kendisi bir tür sonsuzun pozitif düşünülmesi anlayışından bahsediyor. Tanrı’ya bütün karşıtların birleşip bir oldukları varlık diyordu, yine tevhit var burada fakat bu düşünüş biçiminde farklı olan şey o karşıtların bir olduğu noktayı nicel terimler üzerinden düşünüyordu. Asıl varlığın düşünülmesinin aracı ve yolu Kusanus’la birlikte mantık olmaktan çıkıyor, matematik olmaya başlıyor. Bir bakıma biz Aristoteles’in burhan anlayışından biraz daha metafiziksel bir burhan anlayışına, ilahiyatı esas alan, Aristotelesçi olmayan bir burhan anlayışına geçiyoruz. Fakat onun da sonradan nicelleşmesi üzerinden yepyeni bir perspektifle karşı karşıya geliyoruz. Kusanus, ben sadece Tanrı’ya sonsuz derim, sonsuzun ilk daralması bize kâinatı, tabiatın bütününü verir, herhangi sonsuz bir şeyin ilk daralması sonlu olamaz, o yüzden ben evrene ya da kâinata da sınırsız anlamında interminatum derim diyor. Bu, tabiat anlayışımızı çok radikal bir şekilde değiştiriyordu. Çünkü biz evreni sınırsız olan anlamında nicel terimlerle düşünüyoruz, cevherlerin bütünü gibi bir şey olmaktan çıkıyor, bir tür sınırsızlık üzerinden kavrıyoruz.
  • Kusalı Nicholas; bir tür sonsuzun pozitif düşünülmesi anlayışından bahseder. Tanrı’ya,“bütün karşıtların birleşip bir oldukları varlık” der. Yine tevhit burada vardır fakat o, karşıtların bir olduğu noktayı nicel terimler üzerinden düşünür. Asıl varlığın düşünülmesinin aracı ve yolu Kusanus’la birlikte mantık olmaktan çıkıyor, matematik olmaya başlıyor. Bir bakıma biz Aristoteles’in burhan anlayışından biraz daha metafiziksel ve ilahiyatı esas alan, Aristotelesçi olmayan bir burhan anlayışına geçiyoruz. Fakat onun da sonradan nicelleşmesi üzerinden yepyeni bir perspektifle karşı karşıya geliyoruz.
  • Kusanus, “ben sadece Tanrı’ya sonsuz derim, sonsuzun ilk daralması bize kâinatı, tabiatın bütününü verir, herhangi sonsuz bir şeyin ilk daralması sonlu olamaz, o yüzden ben evrene ya da kâinata da sınırsız anlamında interminatum derim” diyor. Bu, tabiat anlayışımızı çok radikal bir şekilde değiştirir. Çünkü biz evreni sınırsız olan anlamında nicel terimlerle düşünürüz, cevherlerin bütünü gibi bir şey olmaktan çıkar, bir tür sınırsızlık üzerinden kavrarız.
  • Sınırsız bir evrenin merkezi olmayacağı için, bütün astronomi anlayışımız, bütün tabiat bilimlerindeki bizim yerküre olarak merkezde olduğumuz fikri tehdit altına giriyor ve biz tabiatı ve tabiattaki yerimizi farklı bir şekilde düşünmeye başlıyoruz. Bu çok radikal bir dönüşüm getiriyor. Matematiği kullanarak yeni bir mekanik-fizik geliştiriyoruz ve bu son derece başarılı oluyor. Mantığı esas alan ve mantıktan hareket eden ve tabiatı Aristoteles’in yaptığı gibi cevher üzerinden düşünen bir fikirden tartışmaya başlıyoruz. Sonuçta o düşünüş biçiminin teleolojik anlayışı, kendiliğinden hareket anlayışı vs. tamamen ortadan kalkıyor.
  • Mekanik üzerinden tasvir edilen, uzamsal, matematiğin konusuna giren ve aynı zamanda uygulamalı geometriyle bilim yapılabilen bir tabiat anlayışıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu yavaş yavaş modern dönemde gerçekleşiyor, Kant’a ise metafizikle bilimi birbirinden ayrılması gerektiğini söylüyor. Tamamıyla matematik üzerinden düşündüğümüz bir evrene metafiziği dışlayacak şekilde yöneldiğimizde modern tabiat ve fizik anlayışı ortaya çıkıyor.

Erken Modern Dönemde Tabiat Bilimleri

  • Erken modern dönemde teleolojik fizik anlayışı geçerliliğini yitiriyor, her şeyin dışsal kuvvetlere göre hareket ettiği, eylemsizlik ilkesinin esas ilke olduğu fizik geliyor ve çok başarılı oluyor. Mekanik fiziğin başarısından sonra kimse tabiatta cevherler var, bunların suretleri var, bunların kendinden ruhları var, kendi hareket ilkeleri kendindedir gibi şeyler söylemiyor. Tabiata baktığımızda tamamen dışsal kuvvetlere yönelik etkileşen ve bir kendiliği olmayan bağıntılar toplamı görmeye başlıyoruz. Burası tabiatı ilahiyat bakımından anlamamaya başlamanın da sonuçları olacağını fark ediyoruz.
  • Modern fiziğin ve modern felsefenin kurucusu olan Descartes’in yaklaşımının çok temel bir ilkesi, okkült olanın reddidir. Buna göre,bazı şeyler tabiatta oluyor, biz bunları anlayamıyoruz, okkült yani birtakım gizli saklı kuvvetlere, güçlere atfederek anlamaya veya açıklamaya çalışıyoruz. Descartes, tabiattaki varlıkların özünün uzam olduğunu, o uzamsal olanın bilinmesinin de analitik geometri üzerinden, sayıları kullanarak yapılan bir geometri üzerinden anlaşılabileceğini söylüyor. Ona göre esas olan uzamsa ve onun bilimi de geometri üzerinden yapılıyorsa, açıklayamadığımız bir şey olmaması gerekir. Nihayetinde her türlü fenomenin böyle bir geometrik zeminde açıklamasının verilmesi gerekir.
  • Yüzyıllar öncesinde Leukippos ve Demokritos’un söylediği tabiat anlayışına geri dönüyoruz. “Hareket hep vardı, var olacak ve korunuyor” fikri Kartezyen felsefenin merkezinde tekrar karşımıza çıkıyor. Madde çarpı hız niceliğin miktarıdır ve ilahiyatla da bağı kurularak, Tanrı bu hareketi yaratmıştır ve Tanrı korur diye anlatılıyor. İlahiyat perspektifinden konumuza baktığımızda Tanrı erken dönem modern fizikte, bir şeyi yaratan ve koruyan olarak devreye giriyor. Uzamsal olan cisimleri ve onların hareketlerini yaratmıştır. Dolayısıyla tabiatın anlaşılması ile ilgili bilimselliğin zemininde bu hareket miktarının korunması vardır. Hareketin miktarının korunması bizim nesnel anlamda bir bilim yapıp, okkült olandan da kendimizi kurtarmamızın da yolu olarak görülmeye başlanır.
  • Erken dönemde Leibniz, Kartezyen düşünceye karşı bir başka görüşü savunuyor. Leibniz hala cevherlerin var olduğunu savunur. Onun bir monadolijisi vardır. Bütün her şey ona göre cevher olarak vardır. Bu unsurlar kendilerinde içsel kuvvetlere sahipler ve Tanrı aslında bu cevherlerin sahip oldukları kuvvetlerin miktarını koruyor. Yani Leibniz'de tekrar metafiziksel bir ilkeye geri dönüyoruz. Leibniz'a göre visviva diye bir kuvvet var, Kartezyenlere göre yok. Her şey dışsal ve hareketin miktarı korunuyor, kuvvet korunmuyor.
  • Bu mesele Galamber diye bir fizikçi ve felsefeci tarafından çözülüyor. Bunlar aynı meseleye farklı bir biçimde bakıyorlar, birisi momentumun korunumundan öbürü enerjinin korunumu tarafından bakıyor vs. diyerek meseleyi bir yere bağlıyor. Matematiksel olan tabiat anlayışı ile atomcu tabiat anlayışının mezcedilmiş hali tabiat bilimlerine hâkim oluyor.
  • Bu düşünüş biçimini ilahiyat bakımından sonuçları var. Tartışma sadece hareketin ve kuvvetin korunması olarak da düşünülmüyor. Canlıya kendinde bir varlık veya kendinde bir kuvvet atfetmemeniz, kendi eyleminin kaynağını kendisine atfetmemeniz gerekiyor. İkincisi çok önemli olan özgür irade problemini teşkil ediyor.

Çağdaş Dönemde Tabiat Bilimleri

  • Erken dönem modern düşüncede Plâtoncu-Pisagorcu ve atomcu düşüncenin ortaklığı ortaya çıkmıştı. Daha geç dönemde daha Plâtoncu-Pisagorcu kökenleri olan matematiksel düşünce biçimi galebe çalmaya başlıyor, bugün de durum böyledir. Yani biz tabiat bilimi yaparken ve tabiatı düşünürken matematiksel bir teorik faaliyet içerisinde inşa ettiğimiz nesneler üzerinden tabiatı düşünüyoruz ve anlamaya çalışıyoruz. Sanki tabiat bilimlerindeki bütün sorunlarımızı çözdük diyecekmişiz gibi tek bir geometrik dizi içerisinde her şeyi anlayabilirsek buna “her şeyin teorisi” diyorlar.
  • Bugün klasik, fenomenal dünya dediğimiz büyüklerin dünyası, yavaş hareket eden cisimlerin dünyası dediğimiz bir alanda Newton mekaniği Einstein'ın görelilik mekaniğine dönüşmüştür. Küçüklerin, ışık hızında hareket edenlerin dünyasında kuantum mekaniği kullanıyoruz. Her ikisi de mekaniktir, her ikisi de matematiği esas alıyor söz konusu fenomenlerin ister klasik dünyada ister parçacık dünyasında ne olup bittiğini matematik üzerinden tasvir etmeye ve açıklamaya çalışıyor.
  • Tabiatta 4 ana kuvvet bulunur: Yer çekim, elektro manyetik, zayıf (radyoaktif bozulmayı vs. açıklayan kuvvet) ve baskın kuvvet dediğimiz çekirdeği bir arada tutan kuvvet. Kuantum fiziği açısında yer çekimi alanı ve kuvveti haricindeki şeylerin bir toplam kuramını yapabiliyoruz. Yer çekim alanını buna nasıl katacağımızı bilemiyoruz. Öteki yandan da yer çekimi kuvveti, elektro manyetik kuvvet ve zayıf kuvvet dediğimiz kuvvetler geometriye indirgenebiliyor. Güçlü kuvvet, asıl çekirdeği kuran kuvvet bir türlü geometriye indirgenemiyor. Bugün çok sayıda teorik fizikçi, bilim insanı, bu anlamda bu dört kuvvetin hepsini geometrik bir perspektiften bir araya getirebileceği bir kuram araştırması ile uğraşıyor. Yani aynı meseleler, unsurları matematiğe dökerek anlama ve onların üzerinden çokluğu ve değişimi anlama projesi bütün hızıyla devam ediyor. Tek bir çerçeve bulabilir miyiz gibi bir anlayış şuan yoluna devam ediyor.
  • Matematiksel perspektif beraberinde öyle başarılar, öyle yaklaşımlar getiriyor ki tabiat hem mekanik terimlerle düşünülüyor hem de evrenin bütünü hakkında ne zaman oluşmuş? Kritik yoğunluğu ne? Kaderi ne olacak? İçe mi çökecek, dağılacak mı? gibi konularda düşünülmeye ve tartışılmaya başlanmış durumdadır.
  • Nörobilimden (bilinç bilimi) hareket eden, zihin felsefesi konularına yönelen bir tabiat bilimi alanı da ortaya çıkmış vaziyettedir. Canlılık mekaniğin sınırları içerisinde ne ölçüde anlaşılabilir ya da bilinç meselesi üzerine de çok yoğun çalışmalar ve araştırmalar yapılıyor.

Tabiat Bilimlerinin Din Bilimleri İçin Sonuçları

  • İslam ve din bilimleri, özellikle İslam bilimleri açısından ne anlam ifade ediyor? Tabiat, inananlar için sünnetullahın alanıdır. Kur’an’ı Kerim’i okuyup anlamaya çalışıyoruz, onda hakikatin içerildiğini düşünüyoruz. Bu tabiatı da Cenab-ı Hak yaratmış, bir bakıma kendisi bize tabiat içerisinde varlık vermiş. Biz her iki kitabı da okumaya çalışıyoruz. Yani tabiat bilimleri, İslam bilimleri ilişkisi ve onların birliği meselesi bizim için çok doğal bir şey. Şuan geldiğimiz nokta ve tabiat bilimlerinin bu seyri, ilahiyatla ilgili konular iki yaklaşımı, usulü bir araya getirmek açısından birtakım sorunlar yaratabiliyor.

Tabiat Kitabını Okuma Usulünün Tevil Tartışmaları Bakımından Sonuçları

  • Fizik dediğimizde Newton’un formülleştirmeleri, f=m.a formülü ya da kütleler arası çekim yasası diye ortaya koyduğu şeyler çok başarılı teknolojik gelişmelere yol açmış durumdadır. İnsanlar Newton’u okuduklarında onun söylediği bir söze çok takılmışlar. “hypothesesnon-fingo”  yani “ben hiçbir varsayımda bulunmuyorum”. Kastettiği şey;“ben tecrübemde ortaya çıkan, dolaysızca karşılaştığım olgusal ve fenomenal olanın dışında görmediğim, dolaysızca farkına varmadığım hiçbir varsayımda bulunmadım.” Kepler’in rasatlarını vs. kullanarak tümevarım yöntemiyle bulduğu yasaları ortaya koymuş. İnsanlar bunu duyunca çok etkilenmişler, dolaysızca karşısına çıkan şeyi esas almış, hiçbir varsayımda bulunmamış, skolastik düşüncenin bahsettiği kuramların, kavramların tecrübede hiçbir karşılığı yok. Onlar başarısız bir doğa anlayışı geliştirmişler, Newton’un doğa anlayışı çok başarılı olmuştur.
  • İlk başta Newton’un ya da pozitivistlerin söylediklerinden hareketle olguları ya da olguların lafızlarını esas alan bir yaklaşım hâkim olsa da onun alternatifi olan yaklaşım zaman içerisinde daha fazla ön plana çıkmaya başlıyor. Aslında bu tartışma, tabiatın kitabını bir kenara bırakın nasları dikkate alın diyen bizim selefi yaklaşımlarla hak mezhepler arasında yürütülen eleştiri ve tartışmaların da arka planına son derece uyuyor.
  • Modern dönemde selefiliğin yükselmesinin tabiat bilimlerinin o orijinal haliyle hiçbir şeyi varsaymadan protokol cümlelerini esas olarak anlamak, sanki orada olgular olduğunu ve biz onu algılamalıyız, esas almalıyız düşüncesiyle son derece yakın bir ilişkisi var. Teorik terimlerin esas olduğu, nazari tartışmaların düşünüş biçimindense aklı esas alan, akıl üzerinden yürütülen nesne kurma ve açıklama biçimlerini bir bütünsellik içerisinde esas almak yerine, lafzı esas almanın öne çıkmasında bu modern, çağdaş tabiat yaklaşımlarının çok büyük önemi ve etkisi vardır.

Tabiat Biliminin Kelami Deliller Bakımından Sonuçları

  • Metafiziğin elenmesi, doğa bilimlerinin yükselişi ve onunla birlikte açığa çıkan felsefi yaklaşımlar kelamdaki özellikle Tanrı’nın varlığı ile ilgili deliller bakımından çok ciddi sorunlar yaratıyor.
  • Bu anlamda tabiat bilimlerini koruyup onlarla irtibat kuracaksak, ne anlamda oradaki meseleleri ele alacağımız, ne yönde eleştireceğimiz çok ciddi bir tartışma konusu olarak ele alınmak durumundadır. Çünkü o düşünüş biçimini metafizikle ilgili getirdiği sonuçlar bir şekilde bizim kelam tarihimizde geleneğimizdeki delilerle ilgili pek çok problem yaratıyor. Söz konusu bilimler öyle bir gelişim izliyorlar ki çok farklı olguları da fark etmemizi sağlıyorlar. Daha önce hiçbir şekilde eski tartışmalarda farkına varmadığımız birtakım konular fizikte, kimyada, biyolojide karşımıza çıkıyor.
  • Mesela bugün gündemde delil tartışmalarında hassas ayar denilen bir argüman bulunur. Evrende, kâinatta canlıların ortaya çıkabilmesi, ki canlılar belli bir entropide bir şeyleri tüketip açığa çıkarabilen varlıklara fiziksel açıdan bakarsak, bunun bu şekilde ortaya çıkabilmesi için evrenin ilk başındaki birtakım ayarların, genişlemelerin hızının vs. o kadar ince bir şekilde ayarlanması gerekiyor ki birileri buradan hareketle kalkıp evrenin yaratılmışlığıyla ilgili, tesadüfi bir şekilde ortaya çıkmamışlığı ile ilgili deliller çıkarabiliyorlar.
  • Metafizik delillerle ilgili birtakım sıkıntılar var fakat bilimlerin geldiği noktada öyle farklı alanların farkına varıyoruz ki, bundan hareketle ortaya konulan birtakım delillerle son derece etkili ve ikna edici olabiliyor. Tahkiki bir iman geliştirme konusunda çok etkili bilgilerin farkına varabiliyoruz.

Tabiat Biliminin Anlam Arayışlarına Etkileri ve Rivayet Usulü Bakımından Sonuçları

  • Tabiat bilimlerinde aslında öyle değişikliklerle karşılaşıyoruz ki, kendi başına sabit türler ve cinsler var demekte çok zorlanıyoruz. Mesela evrim kuramı gibi şeylerin çıkması bu açıdan önemlidir. Usul tartışmaları açısından evrim tartışmalarının bence hiçbir önemi yoktur. Evrim tartışmasında usul açısındanasıl sorun, söz konusu bu türlerin sahip oldukları özelliklerin zaman içerisinde kazanılmış ve zaman içerisinde değişebiliyor olması ve bu anlamda tür ve cinslerin bir kendindeliğinin olmaması. Eğer bunu kabul ederseniz, o zaman dil-gerçeklik ilişkisi açısından çok ciddi bir problemle karşı karşıya kalmaya başlıyorsunuz. Yani tabiat bilimleri usul açısından çok başka bir probleme yol açıyor. Pragmatist düşüncenin geliştirdiği anlam arayışları hâkim olmaya başlıyor.
  • Amerikan düşüncesinde ortaya çıkmış olan bir yaklaşım olarak pragmatizm, insanı hayatta kalmaya çalışan bir canlı türü olarak algılamaktadır. Bir canlı türü olarak kendinde bir varlığın olmadığını düşündüğü için, doğru ya da yanlış önermelerin doğruluk ya da yanlışlıklarının insanların inanç ve kanaatlerinden bağımsız bir varlığının olamayacağını öne sürüyor. Bu, dilin hakkından konuştuğu analitik olarak tanımları verilebilen terimlerin bir dünyası olmadığı anlamına gelmektedir.
  • Zihnimizde kendinde anlamlardan vs. bahsedemiyoruz. Dil, tamamen davranışçı esasta öğrenilen bir şey, anlamlar kullanımla ortaya çıkan şeylerdir. Dolayısıyla bir kendinde anlamdan, korunan bir anlamdan vs. söz edebilmenin imkânı yoktur. Bu durum rivayet yaklaşımı açısından son derece problemlidir. Siz 1400 sene önce konuşulan bir dili anlamaya, anlamlandırmaya ve onun üzerinden tefsir ya da hadis usulü tartışmaları yapmaya çalışıyorsanız, dilin bu ciheti, tabiat bilimlerindeki gelişmeler nedeniyle bu şekilde anlaşılması, yani semantiğin sentaksa ve bir ölçüde pragmatiğe indirgenmesi çok ciddi bir soruna yol açıyor. Dolayısıyla bu tabiat bilimlerinin sınırlarında kalmıyor, dilin mahiyeti ve anlaşılması açısından ciddi bir soruna yol açıyor.

Tabiat Bilimlerinin Yol Açtığı Teknolojik İlerlemelerin Füru Bakımından Sonuçları

  • Füru açısından yani bu ferlerin anlaşılması asla nispetle yorumlanması ve konuşulması açısından çok ciddi sonuçlara sahiptir. Genetikte farkına vardığımız şeylerin bir yaratıcının delili olması açısından önemi ve anlamına bir de şu açıdan bakılabilir: Bugün insanın genetiği ile oynuyoruz. Çok ciddi anlamda insanın genetik yapısının değiştirilmesinden, insanlık durumunu bunun iyileştirebileceğinden, belli hastalıkları ortadan kaldırabileceğinden, bir başka gezegene göç edilmesi durumunda, o gezegendeki yer çekimine ya da oksijen oranına adapte olabilecek bedenlerin genetik değişim üzerinden elde edilmesi gerektiğinden, dolayısıyla böyle araştırmaların ahlaken iyi bir şey olduğundan bahsediliyor.
  • Fıkhi açıdan tabiat bilimlerinin geldiği nokta ve neler yapabildiğimiz çok ciddi füru meseleleri ortaya çıkarmaya başlıyor. Aynı şey yapay zekâ için geçerli. Bugün bir tür trans-hümanizmden bahsediliyor, yapay zekâ ve bağlamında geliştirilen teknolojilerin protezler olarak insanlara eklenmesinden bahsediliyor. Şuanda bile ben ve cep telefonum daha güçlü bir varlığım gibi. Bir de bir sürü böyle teknolojinin insan bedeni ile entegre edilmesi çabasından bahsediliyor. Bunların beraberinde getirdiği sorumluluklar ne olacak, hangi fiilin kaynağında ne var, sorumlusu kim vs. çok ciddi problemler yaratacak gibi görünüyor.
  • Kelama geri dönersek büyük günah meselesinde bizim ilk tartıştığımız mesele irade sorunudur. Bugün bu tür meselelere, bu konularda yapılan araştırmaları, deneyleri dikkate almadan hiç girmemek gerekmektedir. Özgür irade var mı yok mu meselesinde nasıl laboratuarda rasyonel kozmoloji yapılıyorsa laboratuarda da yine irade meselesi tartışılmaya çalışılıyor gibi bir şey ile karşı karşıya kalıyoruz. Bugün tabiat bilimleri ile din bilimlerini bir araya getirmeye çalışırken bizim tabiat bilimlerini anlamamız, eleştirmemiz ve belki de dönüştürmek ile ilgili bir yükümlülüğün altına girmemiz gerekmektedir.

Hazırlayan: Mervenur Türksever

Videolar