Usulde Yenilik Arayışları- I

İDE AKADEMİ 2020-2021 | DERS NOTLARI | 18 MART 2021

  • Günümüzdeki arayışlar ve tartışılan problemlere bakıldığında aynı problemlerin Osmanlı döneminde de söz konusu olduğunu ve o dönemde bu problemlerin daha derinlemesine tartışıldığı görülmektedir. Çünkü o dönemdeki insanlar o geleneğe doğrudan yaslanan kişilerdir.
  • Usule ve fıkha işlevsellik kazandırmak, Osmanlının son dönemindeki münevverler için varoluşsal bir problemdi.
  • Osmanlıda Şer’i ve Örfi hukuk bulunmaktaydı. Şer’i hukuku Hanefi mezhebi, Örfi hukuku ise padişahın iradesiyle hukuki karakter kazanan kurallar temsil etmekteydi.
  • Diğer ülkelerden getirilen kanunların adaptasyon süreci Cumhuriyet döneminde başlamadı, Tanzimat döneminden itibaren çeşitli uyarlamalar zaten yapılmaktaydı. Bunun akabinde yeni gelen kanunları temellendirmek amacıyla örfi-şer’i hukuk bağlamında çeşitli tartışmalar başlamıştır.
  • Fuat Köprülü ve Ömer Lütfi Barkan,  örfi hukukun şer’i hukuka uygun olmak veya onun denetimde olmak gibi bir gayesi olmadığını, aslında tamamen seküler bir düzenleme olduğunu ve dolayısıyla Osmanlı padişahlarının da bunu yapmaktan çekinmediğini iddia etmişlerdir.
  • Bu itirazlara mukabil Osmanlıdaki hukuk sisteminin müdafaası sadedinde, bunların fıkha uygun olduğunu ve hatta çatışma olmayacak şekilde fıkhi kurallara üstünlük tanındığını ileri süren bazı müellifler oldu. Ali Himmet Berki, bu isimlerin temsilcisi olarak sayılabilir.
  • Bu tartışmanın bir diğer tarafında ise “telifçi kanat” diyebileceğimiz, Halil İnalcık’ın da aralarında bulunduğu üçüncü bir mütaladan bahsedilebilir. Bunlara göre prensip itibariyle şeri hukukun üstünlüğü kabul edilmiştir. Görünürde bir çatışma olmamasına dikkat edilmiştir ama gerektiği takdirde gerekli düzenlemeler de yapılmıştır. Dolayısıyla böyle kılı kırk yarar gibi her şeyde şeri hukuktan onay alma tarzında bir anlayış da yoktu.
  • Osmanlı’da şer’i hukuk Hanefi mezhebine dayanmaktaydı. Osmanlı müellifleri içerisinde Hanefi mezhebinin neden tercih edilmesi gerektiğine dair müstakil risaleler kaleme alanlar vardır. Tabi bu baskın söyleme aykırı bir yaklaşımı dile getiren müellifler de olmuştur. Şeyh Bedrettin bunlardan biridir. Adı siyasi bir isyana karıştığı için çok ön plana çıkmasa da kaleme aldığı “Camiu’l-Fusuleyn” gibi bazı eserleri mecelle hazırlanıncaya kadar kadıların el kitabı olmuştur.
  • Şeyh Bedreddin Hanefi doktrinindeki pek çok meselede kendi itirazlarını dile getirmiş ve “equlu” ifadesini çok kullanmıştır. Özellikle mezhep içi tutarlığa ve sistematiğe dikkat etmiştir.
  • Hanefi fıkhında Osmanlı müelliflerinin katkısı söz konusu olsa, Şeyh Bedrettin en başta değerlendirilecek isimlerden bir tanesidir. Şerafettin Yaltkaya onunla alakalı yaptığı çalışmada Şeyh Bedrettin’in her şeyden önce bir fakih olduğu yönünde bir tespit yapar ve onun fıkıhtaki derecesinin “müçtehit fi’l-mes’ele” yani Ebu Hanife ve talebelerinden sonra gelen üçüncü derecedeki müçtehitler kategorisinde olması gerektiğini ifade eder.
  • Osmanlının ilk dönemlerinde diğer mezheplerden yararlanma, “tahkim” yoluyla yapılmıştır. Tahkim sürecinde iki kişi aralarındaki problemi çözmesi için üçüncü bir kişiyi hakem tayin ederler. Hakem de mesela bu probleme diyelim Şafi mezhebine göre bir çözüm getirdiğinde daha sonra o çözümü kadıya arzı ediyorlar, kadı da bu çözümü tashih ediyor. Bu şekliyle hukuki bir bağlayıcılık kazanıyor. Bu noktada en çok atıf yapılan örneklerden bir tanesi “Milke muzaf talak” örneğidir.
  • Osmanlının ilk dönemlerinde farklı mezheplerin uygulamalarına başvurma noktasında pek bir çekincenin olmadığı görülürken 16. yüzyılın sonlarına gelindiğinde konuyla alakalı yaklaşım tarzı biraz daha çekinceli hale gelmiştir. Akkirmani Ali Efendi’nin “istidane” örneğinde bu çekince açıkça görülmektedir. Anadolu coğrafyasındaki durum böyle çekinceli olsa da imparatorluğun Arap coğrafyasında meseleye daha farklı ve rahat yaklaşıldığını görülmektedir.
  • Tanzimat dönemi sonrası kanunlaştırma faaliyetleriyle birlikte hiçbir şey eskisi gibi olmamıştır. Burada da prensip itibariyle Hanefi mezhebinin dışına çıkılmamıştır. Bu dönemde fıkha duyulan güven çokça dile getirilmiştir.
  • Bütün Türkçe yazılmış literatürde şeriata Namık Kemal ve Ziya Paşa kadar güvenen ve bu kadar vurgu yapan başka isimler bulmak zordur. Bu zatlar hakkında kimi çevrelerde bunları biraz daha Batı yanlısı gibi düşünen, değerlendiren anlayışlar var olsa da bu anlayışlar hakikate tekabül etmemektedir.
  • Bu dönemin oldukça önemli isimlerinden bir tanesi ise Ali Suavi’dir. Ali Suavi, genellikle adı geçtiği başarısız darbe girişimiyle anılmış fakat fikirleri yeteri kadar anlaşılmamıştır.
  • Ali Suavi’ye göre, usuli fıkhın lafzi yorum yöntemiyle memleket idaresinde gerekli olan mevzuat elde edilemez. Bu yöntem zayıf bir yöntemdir çünkü dil kuralları son derece ihtilaflı ve zanni bilgi ortaya koyan şeylerdir. Usuldeki o lafzi mebahis ancak ibadât sahasındaki istinbatlar için geçerli olabilir. Kendisi buna mukabil kavaid-i fıkhiyye dediğimiz ana kaideleri gündeme getirmiş ve bunlardan hareketle bir tedvin yapılması gerektiğini ileri sürmüştür.
  • Meşrutiyet dönemine kadar işin esasına müteallik en ayrıntılı ve en ciddi teklifin Ali Suavi'den geldiği söylenebilir.
  • Ali Suavi'nin gündeme getirdiği iki ayrı metodoloji düşüncesi Gökalp’te “içtimai usulü fıkıh” adıyla kendisini gösterecektir.
  • Meşrutiyet döneminde fıkıhta yenilenme ihtiyacı olduğunu ve bunun nasıl gerçekleştirileceğine yönelik iki ayrı ana eğilimden bahsedebilir.
    • Birinci eğilimin taraftarları; fıkıh kavramlarına sosyolojik kökenli yeni anlamlar yükleyenler ve bunu müdafaa edenlerdir. Başta Ziya Gökalp, Halim Sabit Şibay, Mustafa Şeref, Şerafettin Yaltkaya bu eğilimin temsilcileridir.
    • Bunlara mukabil diğer grup ise fıkıh geleneğindeki imkanların etkin bir şekilde kullanılmasını yeterli görmüşlerdir. Onların bu yaklaşımlarının isabetli olmadığını, bir anlamda gelenekteki o sahih tavrın dışına çıkmak olduğunu söylemişlerdir. İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi Yazır,  Şeyhülislam Mustafa Sabri bu eğilimin öncülerindendir.
  • Ziya Gökalp genelde siyasi bir düşüncenin ideoloğu olarak, Türk milliyetçiliği fikrinin banisi olarak tanınmış, usule dair görüşleri ise pek anlaşılmamıştır.
  • Ziya Gökalp, Farsça, Arapça ve Fransızcayı literatürü takip edecek derecede iyi bilmekteydi. Küçüklüğünden beri toplumun problemlerini çözmek için hem bizdeki yaklaşımlarla hem de batıda ortaya konan görüşlerle hareket edilmesi gerektiği ve bunların tamamından bir sentez çıkarılması gerektiği gibi bir düşünce vardı.
  • Ziya Gökalp; “Fıkhın membalarının ikidir kaynağı. Nakli şeriat, içtimai şeriat. Nakli şeriat tekamülden mütealidir. Nakli şeriat için, naslar için bir gelişmeden bahsedemezsiniz. İçtimaı şeriat ise içtimai hayat gibi daima bir sayruret halindedir. O halde fıkhın bu kısmı İslam ümmetinin içtimai tekamülüne tebaan tekâmül etmeye yalnız müstait değil aynı zamanda mecburdur da.” Demektedir. Buna göre içtimai hayatla, işin hukuki tarafı ile alakalı olan hükümlerde toplumun değişimine göre bir değişme olması mecburidir. Bunun tesisi vazifesi ise bu zamanın fakih ve içtimaiyatçılarına kalmıştır, geçmişte böyle bir şey gündeme gelmedi ve gelemezdi de zaten, çünkü içtimaiyat ilmi o zaman yoktu, demiştir.
  • Gökalp’e göre, İslam şeriatı hem ilahi hem içtimaidir. O’na göre din nezihkar bir imanla inanıldığı zaman dindir, mutlak ve layetegayyer (ﻻ ﻳﺘﻐﻴّﺮ)olduğuna inanılmayan bir din dinlikten çıkar. Ama bunu ibadet konularında, daha ziyade taabbudi sahada geçerli addetmiştir. Fıkhın içtimai esasları ise toplumsal şekillerin ve bünyelerin değişimine bağlıdır. Bu şekilde fıkhın değişen ve değişmeyen sahalarına ayıran Gökalp değişen kısmın sınırlarını genişletmeye başlamıştır.
  • Ziya Gökalp Hanefi fakihi Ebu Yusuf'a izafe ettiği “örf ve nassın çatışması halinde nas örften mütevellit ise örfe itibar edilir” görüşünden hareket ederek “acaba dünyevi işlere ve içtimai hayata taalluk eden nassların hemen kaffesi örften mütevellittir denilemez mi” sorusunu gündeme getirmiştir.
  • Toplumsal değişmelerin meşiet-i ezeliye tarafından belirlenmiş ferdi iradeden bağımsız ve ona hakim olan kanunlara, sünnet-i ilahiyeye göre belirlendiğini ileri süren Gökalp'e göre örf nas gibi hakiki ve sarih surette olmasa da mecazi itibarla ilahi bir mahiyeti haizdir. Yani Gökalp bir anlamda toplumun umumi vicdanına ve örfe de Cenab-ı Hakk'ın onay verdiği bir norm niteliği yüklemiştir. Böylece toplumsal değişmeleri de ilahi iradeye bağlayan Gökalp toplumun değişimi karşısında nassa dayansa bile hukuku değiştirmeyi kendi düşüncesi zaviyesinden meşru bir zemine oturmuş oluyordu.
  • Ziya Gökalp, “Devlet” adlı şiirinde şu dizeleri kaleme almıştır:

İbadetle itikatta daima/ kitap ile sünnet benim rehberim/ bu işlerde şüphem varsa mutlaka/ müftülerin fetvasını dinlerim.
Lakin hukuk dinden ayrı bir iştir/ Bırakılmış ulü’l emre devlete / hukuk örfe uymayınca değiştir/ Örfe uydur demiş Tanrı millete.
Gökalp örfü de ilahi iradenin bir yansıması olarak yorumladığı için şiirinde böyle bir şeyi dile getirmiştir.

  • Gökalp’in görüşleri pek çok tepki çekmiştir. Bu tepkilerden birini de Mehmet Akif göstermiştir. Mehmet Akif, şu dizesinde Gökalp ve çevresini hedef almıştır:

Sabahleyin mütefelsif, ikindi üstü fakih;
Sular karardı mı pek yosma bir edib-i nezih;
Yarın müverrih, öbür gün siyasetin kurdu;
Bakarsın ertesi gün ictihada pey vurdu...
Hülâsa, bukalemun fitratinde züppelerin
Elinde maskara olduk... Deyin de hükmü verin!

  • Ziya Gökalp’e ilmi bir tepki de İzmirli İsmail Hakkı’dan gelmiştir. İzmirli İsmail Hakkı Sebîlürreşâd mecmuasında Gökalp'in ve muakkiplerinin İslam mecmuasındaki makalelerine cevap sadedinde on iki soru üzerinden, yani sanki talebeyi ulumdan Iraklı bir talebenin sorularına cevap veriyormuş gibi yedi makale kaleme aldı ve bunlar da dedi ki; özeti itibariyle fıkhın kaynaklarının nas ve örfe irca edilmesi, nassi-örfi kubuh ayrımı, fıkhın nassa ve içtimaiyata dayandığı, nas örften mütevellit ise mevridi nasta içtihada mesağ olduğu gibi iddiaların hiçbirisinin usuli fıkhın yaklaşımına uymaz. Yani İzmirli’ye göre bunlar tamamen temelsiz olan iddialardır.
  • İzmirli İsmail Hakkı, içtihadın örfe intibak ihtiyacından doğduğu ve başta örfün asli bir kaynak olarak kabulüne sıcak bakılmadığı halde örfün bilahare farklı kanallardan kendisini kabul ettirdiği iddiaları doğru değildir dese de esasında bu iddia tamamen doğrudur.
  • İzmirli “yeni bir usulü fıkha ihtiyacımız derkardır fakat burada edilleyi ahkamı şeriat ve kavaidi usuliyye tamamıyla ayniyle mahfuz kalacak.” Şeklinde kendi görüşünü dile getirmiştir. “Usulü fıkıhtan başka bir şey olan, usulü fıkıh ile münasebeti asliyeleri bulunmayan, bir re’yi mahsustan ibaret olan, makasıdı şeriata muhalif olan içtimai usulü fıkıh velut ruhlu olamaz” demiştir.
  • Ziya Gökalp’in eserleri erken dönemde İngilizce ve Almanca’ya çevrilmiştir. Dışarıdan İngilizce ve Almanca literatürü takip eden Fazlurrahman ve Muhammed İkbal gibi isimler bu eserler vasıtasıyla Gökalp'in ifadelerine muttali olmuşlardır.
  • Gökalp’e yönelik eleştirilerden biri, Emile Durkheim gibi pozitivist isimlerden etkilenmesidir. Yalnız şunu da vurgulamak gerekir; Gökalp bu isimlerin salt bir mukallidi olmamıştır. Onların kullandığı kavram ve düşünceleri, kendi tezlerini tahkim için kullanmıştır.
  • Gibb ve Heyd gibi isimler, Ziya Gökalp’in baştan beri laiklik taraftarı olduğunu, gizli ajandasının mevcut olduğunu ve şartlar oluşunca asli fikirlerini ifade ettiğini öne sürmüşlerdir. Onlara göre fıkıh ve usul sahasında ileri sürdüğü düşünceler “çarpıtmadan ibarettir” ve tamamen sübjektif ve İslam birikimine aykırıdır.
  • Fazlurrahman göre ise Gökalp, gelenekçiliği ve salt Batı laikliğini reddetmekte, bir sentez yapmaya çalışmaktaydı.
  • Ziya Gökalp’in fikirlerine bakışların, genellikle konuya bakan zihniyetle alakalı olduğu söylenebilir.
  • Halim Sabit içtimai usuli fıkıhla ilgili “Şeriat ile hayat arasındaki münasebetleri gösteren içtimai usul-i fıkhın tesisi zaruridir.” Demiştir. Mustafa Şeref ise “Fıkıh tarihi ile beraber mukayeseli ve tenkitli bir surette fakihlerin daire-i ıttılaına girerse arzu ettiğimiz netice kendiliğinden hasıl olur.” Diye bir değerlendirme yapmıştır.

Videolar