Açık Ufuk İyi, Doğru Ve Güzel Düşünmek Üzerine İbrahim Kalın
Serap Özkul

  İDE AKADEMİ | DÖNEM ÖDEVİ 2021-2022                                                  

GİRİŞ

İslam Düşünce Enstütüsünde dinleme fırsatını elde ettiğimizde ufuk açıcı konuşmasıyla dikkatimizi celb eden yazarın kitaplarından altıncısı olan Açık Ufukiyi, doğru ve güzel düşünmek” üzerine yazılmış son zamanların en iyi kitaplardan biri olduğuna şahitlik etmekteyiz. Şubat 2021 yılında yayınlanmış bu eser bizi doğru düşünmeye sevk ederek, varlığın anlamına doğru yol almamız için bir kılavuz niteliği taşımaktadır. Basit gündelik düşüncelerden erdemli bir düşünceye oradan hareketle erdemli davranışa ulaşmayı ilke edinen bu kitap varlığımızın anlam bulmasının ip uçlarını sunmaktadır. Yazarın bu kitabını okurken kendimize yönelttiğimiz soruların başında düşünmeyi doğru bir formatta hakikate götürecek manada düşünüp düşünmediğimiz olmuştur.

 Bu eserin, iyiye, doğruya ve güzel düşünmeye sevk eden tefekkürden hikmetten nasiplenmenin paha biçilmez bir olgu olduğunu idrak etmemizde etkili bir kitap olduğunu düşünüyoruz.

Toplamda altı başlıktan oluşan bu kitap düşünmek eyleminin merhalelerinden başlayarak kitabın başlığından da anlaşılacağı üzere iyi, doğru ve güzel düşünmek üzerine yol almayı hedeflemektedir.

Kitabın içeriğindeki başlıkları ve içeriği kısaca özetlemek yerine sıralayarak konunun ilgili bölümlerinden ve başlıklarından yola çıkarak kitabı tanıtmayı daha uygun gördük. Okuduğumuz satırların zihnimizi saran nitelikli satırlarını sizinle de paylaşarak ufkunuza katkı sunmayı hedefliyoruz.

 Bu kitabın kritiğini yaparken, yorum yapacak yetkinlikte veya olgunlukta olmadığımızın altını çizerek, bir okuma neticesinde oluşan mülahazalar olarak değerlendirilmesini talep eder, kusurlarımızın mazur görülmesini ümit ederiz.

  1. Düşünmek Çileli Bir İştir

Düşünmek, Kur’an ayetlerinde de sıkça teşvik edildiğine şahit olduğumuz bir eylemdir. Arapça’da bunu karşılayan birçok kelime vardır. Bu kelimelerden her biri düşünmenin farklı boyutlarını izah etmek içindir. Nazar, Tefekkür, Tedebbür, İ’tibar ve Taakkul bunlardan bazılarıdır.[1] Yazar, “düşünmek eylemini” eski Türkçedeki Tüşmek fiilinden yola çıkarak bir şeyin derinliğine inmek olarak ele almıştır. “Varlık ve mananın derinliklerine inmek, eşyanın zahiri niteliklerini tanımamızı sağlayan beş duyunun ötesine geçmeyi gerektirir.” Bu ifade aslında derinliğe inmenin, anlamak üzere perdeyi kaldırmanın işaretidir. Düşünmekle insanın; manayı inşa ettiği, düşündüğü şey ile ünsiyet kurduğu, bir şeye derinlemesine nüfuz ettiği ve en önemlisi bir yolculuğa çıktığı belirtilmektedir. Düşünme eyleminin merkezine, varoluşa ilişkin soruları koyan yazar düşünceye yeni bir anlam kazandırmaktadır. “Varlığı ancak bir üretim ve tüketim konusu olarak kavrayabilen modernizmden ve kapitalizmden dem vuran tespitinde konfor dairesinin genişlemesiyle var olmanın şartlarının ortadan kalktığını ileri sürmektedir.

Yazar, bilgi çağı diye isimlendirilen bu çağın aslında enformasyon yığınından ibaret olduğunu, hikmetsiz bilgi yığınının ise bizi bir yere götürmediğini söylemektedir. Var olmayı ve bilmeyi anlamlandırmak için hikmete ihtiyacımız olduğu vurgusu ile düşüncenin anlamlı hale gelmesine zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamdan hareketle yazar iyi, doğru, güzel kavramlarını yeniden ele almayı önemli bir merkeze taşımaktadır.

Bilim devrimiyle birlikte her şeyi atomize eden modern dünyanın hakikati de bu atomize ettiği parçalarda aramasının büyük bir yanılsama olduğunu iddia eden yazar bütünlüğü kaybetmenin doğal akışa müdahale olduğuna dikkat çekerek varlık tasavvurunda insanları bir araya getiren unsurların da büyük zarar gördüğünü ifade etmektedir. Bu dikkat çekilen nokta hayatın tam içinde modern zamanın getirisi olarak farkına varmadan kaybettiğimiz değerler olgusuna işaret eden noktadır. Gerçeklikten uzak sanallaşan bireyin ruh dünyasını ortaya koymaktadır.

“Düşünmek yerimizi yurdumuzu bulmak demektir.” diyerek kurgulardan uzak yeniden bir zihin inşa etmeye işaret eder. Yeni bir zihin inşa ederken hikmet ve tefekkürden uzak bir inşânın gerçek bir bilgiye ulaştırmayacağı, ancak hikmetle birleşince anlam kazanacağını ifade etmektedir. Yazarın bu bakış açısına göre düşünme; varlığın gerçek sahibine ulaşmak için sadece bir araç olup, bu da ancak hikmetle bakan bir tefekkür ile mümkündür.

Kanaatimizce yazarın düşünmek üzerine yaptığı tespitlerin en çarpıcı olanı “düşünmeyen insanın sadece zihnen değil, aynı zamanda sonsuzlukla bağını koparmış olduğu gerçeğidir.” Bu tespit kadim Yunan felsefesinde yerini bulan evrenin sonsuz, insanın sonlu olduğu fikrini çürüterek, İbrâhimî dinler ise her şeyin sonlu ve fakat insanın sonsuz olduğu ahiret inancını sağlamlaştırmaktadır. Bu çarpıcı tespit insanın ruh dünyasını imâr etmekle birlikte düşünmenin anlam kazanması noktasında kendi varlığını değerli kılmaktadır.

Gazali’nin düşünme sancılarından ve sonrasında yeniden inşa ettiği Gazali’den de bahseden yazar; “bilginin satırdan sadra” artık gerçek bilginin insanın tüm benliğini kuşattığını bu kuşatmayla düşünmenin hikmetle birleşince varoluşsal nitelik kazandığına işaret eder.

Premetheusçu modernlerin kutsaldan ve aşkın olandan hızla uzaklaşan yaratıcının yerine yeni metâlar koyma istediği varlık tasavvurunun yolunu açmada en büyük engel olduğuna işaret eder. Bu bölümde bahsedilen düşünmenin içsel bir yolculuğun, hakikate araladığı kapıdan var olmanın sırrına ermeye çabalamayı kastettiğini söylemek pekala mümkündür.

  1. Mağaradan Çıkanı Vururlar

Düşünmeyi insanın karanlıklardan aydınlığa çıkışı olarak yani mağaradan çıkış olarak niteleyen Eflatun’un felsefesinden yola çıkan yazar, bu meyanda düşünmenin müşahede ederek idrak etme süreci anlamına gelen nazar ifadesine dikkat çekmektedir. Nazar etmenin varlığın idraki için işaretleri görmek üzere bir yöntem kabul etmektedir. Nazardan kasıt boş bir bakış değildir. Beraberinde tefekkürü barındıran, eşyanın hakikatine ermek üzere bir bakıştır. Bu satırlar bize Prof. Dr. Mehmet Görmez’in  İslam Düşünce Enstitüsü’nde verdiği derslerden birinde tefekkür ile ilgili bahsi geçen şu cümlelerini hatırlattı: “Tefekkür dikey bir yürüyüştür, daima yüceltir.” Kalın hocanın da değinmek istediği nokta esasen bu kapıya çıkmaktadır. “Zira düş ile düşünce, hayal kurmak ile tefekkür etmek birbirini besleyen eylemlerdir.” Bu bağlamdan bakıldığında aslında düşünmek sanatın, estetiğin, dahası insanda var olması gereken birçok hasletin ortaya çıkışı için en büyük etkenlerden biridir sonucu çıkmaktadır.

İyi, güzel ve doğru üzerine düşünmeyi hakikate ulaştıran bir eylem olarak kabul ettiğimizde hakikatin de sanata çıkan bir yolu olduğunu unutmamak gerekir. Öyleyse bu minvalden baktığımızda “Sanat hakikat için, hakikat sanat için” tabiri boşlukta kalmayan bir tabirdir. Zira, güzel üzerine düşünmek beraberinde estetiği, zarafeti ve sanatı getirmektedir. Şiirden, mimariden ve dahası birçok sanat dalı düşüncelerle hayat bulmuştur. Öyleyse düşünmek temel noktadır diyebiliriz. Kitapta belirtilen “düşüncelerin duyguları vardır” cümlesi burada yerini daha çok bulmaktadır.

İlgili bölümde Aydınlanma Felsefesinden de bahseden yazar, batıdaki yaklaşımdan farklı olarak sadece mantıksal tutarlılığın yeterli olmadığına, ayrıca erdemli davranışa götürmeyen her bilginin malumattan öteye geçmeyeceğini burada da yinelemiştir. Yazarın yukarıda da sıkça vurguladığı bilgi yığınının bizi hiçbir yere taşımayacağıdır. Ancak araç olarak kullanılabilen ve bizi erdeme, hikmete götüren bununla varlığımızı yücelten bilgi esasen yerini ve amacını bulmuş bir bilgidir.

Dil ve düşünce arasındaki ilişkiye de vurgu yapan yazar dilin basit bir araç olmadığını “Dilin asaletini yitirince düşüncenin de fakirleşeceğini” iddia eder. Bu ilişkiye birbirini besleyen bir döngüden bakmak isabetli olacaktır. Bu beyanda “her kap içindekini sızdırır”[2] her düşüncenin dile, dilin düşünceye etkisini ifade eden bir cümledir.

Dilin sınırlarına dayandığımızda mecaz ve meteforlara sığındığımızı ifade eden yazar buradan hareketle metaforların bizi hayret kapısına götürdüğüne işaret eder. Kastedilen hayretin manasının daha iyi anlaşılması için Attâr’dan, Cüneyd-i Bağdâdî’den, Tusterî’den, İbn Arabî’den örnekler veren yazar konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Hayret ve hikmetin yol arkadaşı olduğunu her fırsatta vurgulayan yazar hayretin insanı diri tuttuğunu belirtmektedir.

Hayretin artmasıyla keşfe giden yollar da açılmaktadır. Tefekkür hayrete, hayretin keşfe, keşif ise sır olana götürdüğünü söyler. Yazarın da söylediği gibi bu gürültülü çağda sesleri duymak ancak sessizlikle mümkündür. Aslında anlamlı bir sessizlik bütün sesleri duymak için hareket noktasıdır diyebiliriz. Bütün bir bölümden de anlaşılacağı üzere düşünmek eyleminin icrası, susmak, tefekkür etmek tefekkürle birlikte açılacak hakikat kapısına yürümek bununla varlığın var olma amacına ulaşmak çabasını ifade etmek üzere olarak anlayabiliriz.

  1. Varlığın Keşfi Olarak Tefekkür

Bulmak ve var olmak arasında mana itibariyle derin bir ilişki kuran yazar, Var olmayı bulmak için hareket noktası kabul edebileceğimize işaret etmektedir. İnsan varlığının farkına varmakla ancak bulmak istediğini, yani aradığını bulabilir. Buradan hareketle bulmak, bulunmak, var olmak bir şuur halidir. Şuur ise idrakin oluşması için temel noktadır diyebiliriz. Tefekkürü anlatmak için oluşturduğu bu başlık, adından da anlaşılacağı üzere sadece yalın bir düşünme değil aynı zamanda şuurlu olma haline işaret etmektedir. Kitapta yapılan atıflardan birin de İbn Arabî’nin şu sözü anlatılmak istenilen düşüncenin mahiyetini açıklar niteliktedir. “Umumun görüşüne göre vücud, vecd içinde hakkı bulmaktır.” Yine Tahanevî’nin “Vecd, hakkın sırrını mütalaa eden ruhun huşu halidir” derken bulmak, aramak ve varlığı şuurlu düşünme hali tefekkür için işaret eden yazarın seçmiş olduğu harika atıflardan biridir. Kitapta fikirlerine sıkça yer verilen Molla Sadra’nın görüşlerinden birinde İsrâ suresi 44. ayet[3] bağlamında değerlendirdiği şu cümle ile yukarıda bahsi geçen düşüncelere değer kazandırmaktadır: “Kanaatimize göre genel anlamda varlık, genel anlamda varlık ve şuura tekabül eder. Bu sebeple ârif-i billâh olan tüm varlıklar Rablerini bilir ve O’nun önünde secde ederler.”

Yazar, varlığın bazen kendini gösterdiği, Gazali’nin de buyurduğu üzere bazen de gizlendiği ve varlığın nur ile olan ilişkisinden bahsederek idrak eden hatta edebilen akla gereken değeri vermektedir. O, görünenin ötesine geçerek varlıkların hakikatini gördüğü için akla “Nur” adını vermeyi isabetli bulmuştur. Akla nur adını vermeyi gözden daha layık bulan Gazali’nin bu görüşleri, aklın nurunun kalbe nüfuz eden yanıyla idraki, oradan varlığın keşfi olan tefekkür ile sağlam bir ilişki kurmuş olduğunu yansıtmaktadır.

 Varlık üzere mülahazaların birinde “Yaratıcıyı eserleri üzerinden tanımak aşağıdan yukarı dikey bir düşünme biçimini temsil eder. Ontolojik olarak aşağıdaki yukarıda olanı tarif edemez. Tersine ilke ve kaynak, tezahür eden her şeyi açıklar.” şeklinde yapılan tanımlar varlığa dair bize düşündürücü tarifler sunmaktadır.

Müslüman düşünürlerin varlığı ele alış biçimine de değinen yazar, metafizik ile iç içe, yani varlığın alemle hemhal olan, her şeyin bir amacı olduğuna işaret etmektedir. Buradan hareketle kitapta da bahsi geçen Farabî’nin “İnsanın mutluluğa ancak en mükemmel varlığı düşünerek varır” dediği harika cümleyle konuyu bağlamak gerekirse tefekkürün zihinsel bir faaliyetten âri olarak varlığın idrakine götüren, aklı değerli kılan bir eylem diyebilmek mümkün olsa gerek.

  1. Akıl, Bilgi, Hikmet

Yazar bu bölümde akıl, bilgi ve hikmet üçlemesiyle karşımıza çıkmaktadır. Aklı rasyonel kabul edip mutlak doğrunun kaynağı olduğunu savunanların aslında irrasyonel olduklarını savunur. Zira akıl ve kalp birbirinde ayrılmaz bir bütün olarak değerlendirildiğinde ancak hakikate açılan pencerelere sahip olunabilir. Sokrates’in; “ aklına güvenen hüsrandadır” cümlesi anlatılmak istenilen cümlenin mukaddimesi niteliğindedir. Yazarın tanımıyla her şeyi aklıyla kavrayabileceğini düşünen kişi irrasyonel bir kişidir ve bunun sonu madde boyutunda hapsolmak demektir.

Kitap bizi akıl konusunda biraz daha dikkatimizi çekerek, “Akıl kendine sınır çizebilir mi?” sorusunu yöneltir. Endülüslü Yahudi düşünür İbn Meymun’dan şu sözlerle yine bizi aydınlatır: “Aklî idrakin tabiatı; yüceliğine, azametine barındırdığı kemâle rağmen eğer onun sınırında durulmaz ve temkinli olunmazsa kemalden noksan döner.” Bu bağlamda yazarın, “Aklın sınırlarını bilmek aklı aciz kılmaz, aksine işlevi bakımından ona istikamet kazandırır”, ifadesi aklı nereye koyacağımız noktasında bize yol göstermektedir. Kalbi bu noktada duygusal olmakla itham ederek aklın karşısında bir rol biçenlere karşın, İslam Düşüncesinin şu müthiş “akleden kalp” tanımıyla kalp ve aklın birbirinin tamamlayıcısı olduğunu ifade ederek hakikati yerine koymuştur, diyebiliriz.

Kur’an-ı Kerîm’de birçok ayet kalbin tefekkür yönüne dikkat çekerek, kalbin de düşüneceğini bize hatırlatmaktadır. İslam Düşüncesindeki akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim ifadeleri bu bütünlüğün tezahürü olarak işaret edilmektedir. Zira, kitapta da yazarın üzerinde durduğu aklın sınırlarını aşan fakat insanın kalbiyle kavrayacağı akıl üstü gerçeklikleri ancak akıl ve kalp bütünlüğü ile sağlamak mümkündür.

Akıl ve bilgi kavramları kalp ile bütünleştiğinde hikmete kapı aralanmaktadır. Nitekim, sözü İbn Sina’nın hikmet tanımıyla taçlandırarak “Hikmet, varlıkların en faziletli ve üstün olanı en doğru ve mükemmel bilgiyle akıl etmektir” diyerek hikmetin mahiyetine açıklık getirmiştir. 13.yy. İslam Düşünürlerinden Şehrazûrî’nin “Mutluluğu hikmetle, bedbahtlığı ise hikmetsizlikle” ilişkilendiren tanımı kitabın hikmet noktasında anlatmak istediklerine ışık tutmuştur.

İslam Düşünce Enstitüsünün ilk derslerinden birinde Prof. Dr. Mehmet Görmez’in “Herkesin malumat yığını haline geldiği bir dönemden geçiyoruz. Malumat arttıkça cehalet artıyor” tanımı aslında bize kitapta verilmek istenilen mesajın aynası niteliğindedir. Zira, hikmetsiz bilgi malumatlı bir cehaletin tanımından öte bir şey değildir. Öyleyse hikmetle kuşatılmış bir akıl varlığa zahiriyle bakmayarak, yani boş bir nazar boyutunda kalmayarak idrak boyutuna varır.

 Kitapta bahsi geçen konuyu Mehmet Görmez Hocanın şu sözleriyle tamamlamak zihnimizde oluşan fikirleri konu bütünlüğü ile sağlamlaştırmak açısından isabetli olacaktır. “İnsan mücerret mantıksal önermelerle uluhiyyeti idrak eder, ancak Marifetullaha eremez. Akıl ve mantık hakikate ulaşmak için gerek şarttır; yeter şart değildir.”[4]

  1. Hayatın Anlamı Üzerine Düşünmek

Kitaptaki dizilimleri itibariyle başlıkların yerli yerinde olması hasebiyle yazarın böyle bir başlıkla devam etmesi konu bütünlüğü itibariyle isabetli olmuştur. Düşünmek; beraberinde getirdiği hayatı sorgulama ve zihinsel faaliyetleri harekete geçiren, insan hayatını anlamlı kılan değerli bir eylemdir. İnsanın bilme ihtiyacı kendi varlığını da bilmek üzere kendini göstermiştir. Yazarın “Anlamı olmayan bir hayat yaşamaya değer midir?” sorusu konunun çözümlenmesi açısından çok yönlü anlamlı bir sorudur. Öyleyse modern dünyanın bize dayattığı yazarın da kitapta sıkça vurguladığı hazcılığı esas alan bir yaşama biçiminin insanı mutluluğa götürmesi mümkün gözükmemektedir. Kitapta bahsi geçen çağın mottosu “carpe diem” anlık mutluklarla yetinmeyi ya da yaşamayı hedef gösteren yaklaşımın insan hayatında etkisiz bir yaşama biçimi olduğunu okurun muhayyilesine bırakılmakla birlikte modern çağın getirilerinden biri olduğu vurgulanmıştır. Oysa, insan aşkın olanın farkına vardığında ebedî  mutluluğun kapısını açmaktadır. Yazarın temas ettiği mutluluk kavramının yapaylığı da üzerinde düşünülecek bir gerçekliktir. Zira, mutlu olmak, eskilerin deyimiyle bahtiyar olmak bizim nezdimizde de müteradif değildir. Kitap konuyla ilgili olarak bazı analitikçilerin “Hayatın anlamı var mı?” sorusuna verdikleri dilsel bir hata veya kafa karışıklığı” görüşünü, yine “Tolstoy’un, “hayatı, ancak onu daha iyi bir hayat yapmak için sorgularız” cümlesiyle örneklendirerek çürütmüştür.

Kitapta bahsi geçen Lagoroterapi (Anlam Tedavisi) ekolünün kurucusu Viktor Frankl’in insanın anlam arayışını hayatın en temel motivasyonu olduğunu iddia ettiği düşüncesine yer vererek kitapta paralel ilerleyen fikrin yansıması sağlanmıştır. “Anlam arayışı, varoluşumuzun kurucu unsurlarındandır” diyen yazarımız, yaşamı anlamlı kılan temel noktanın aramak, düşünmek ve bulmak üzere bir istikametten geçtiği savını temellendirmiş olmaktadır.

Nihilist düşüncenin anlam yerine tercihleri koymasının sorunu çözmediği, aksine Sisifos hikayesindeki gibi tercihlerin insanın yaşam mücadelesinin bir parçası olduğuna vurgu yaparak nihilistliğin zihne hakikat olarak kazılmış biçimini “Hesabı verilmemiş ve sağlaması yapılmamış hayatlar” ifadesi ile etkileyici biçimde ortaya koymuştur. Mesnevî’den şu iki dizeyle;

“Mânâ odur ki senin tarafını kuşatır,

Ve seni büsbütün suretlere mahkum etmekten kurtarır.”

Özgürlüğün mana arayışıyla mümkün olduğuna dikkat çeken yazar, modern dünyanın kul köle olmayı alçalmış bir biçimde sunmasının aksine kulluğu aşağılık metalardan sıyırılıp yüce bir özgürlüğe ve aşkın olana erişmek olarak niteler.

Hülâsa, insanın anlamlı bir hayat yaşayabilmesini ancak yaratılış gayesine uygun olarak yaşamasıyla mümkün olacağını savunan yazar, ayrıca anlamın bir kereye mahsus bir bulma olmadığını, daima bulmak üzere bu arayışa devam etmekle sürekli olacağını söyler. Bu fikir kitap boyunca verilmek istenilen mesajın içeriğini desteklemektedir. Yazarın şu güzel tanımıyla ile konuyu bitirmek gerekirse, “Hayatın anlamı üzerine düşünmek bu yolculuğa çıkacak aklı, cesareti ve hikmeti kuşanmaktır.”

  1. Kendini Bilmek, Kendini Bulmak

 Düşünmeyi bir varlık coğrafyasını keşfe çıkmaya benzeten yazar, insanın bu keşifte olduğu müddetçe değerli kaldığına vurgu yapar. Tefekkür, tezekkür ve teemmülü zihne hayat veren bir faaliyet olarak nitelerken aynı zamanda bedenin ihtiyaçlarını karşılayarak değil zihnin yaşamını canlı tutarak kemâle ereceğimize işaret eder. Bu tanım, bize bulmak ve bilmek eylemlerinin ipuçlarını vermektedir. Zira, daima hakikat ışığıyla beslenen bir zihin bilmenin ve bulmanın serüvenini başlatmış demektir. “Kim kendini bildi, Rabbini bildi’ ifadesi bir bakıma bilmek ve bulmanın aynı yol güzergahında olduğunun belirtisi denilebilir. Nitekim, kendini bilmek ve varlığın özü Rabbini bilmek arasında kuvvetli bir bağ kurulmuştur. Yazarın da söylediği üzere “İyi, doğru ve güzelin bilgisi sadece aklımızda ve zihnimizde değil aynı zamanda kalbimizde, ruhumuzda, muhayyilemizde, hissedişimizde ve vicdanımızda sabittir.” Öyleyse, varlığın ve hayatın anlamını bilmek, bulmak için atılan adımın temelidir diyebiliriz.

                    


[1] Daha fazla bilgi için bkz İlhan Kutluer, “Düşünme”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1994), 10/53.

[2] (كل إناء بالذي فيه ينضح). Aclûnî (öl. 1162/1749) bu sözü, Keşfu’l-Hafâ’da “Söz konuşanın sıfatını yansıtır (الكلام صفة المتكلم)” kelâm-ı kibârının anlamını tamamlayaıcı bir ifade olarak zikretmektedir. İsmail b. Muḥammed b. ʿAbdu’l-Hâdî el-Cerâḥî el-ʿAclûnî, Keşfu’l-Ḫafâʾ (Kahire: Mektebetu’l-Ḳudsî, 1351), 2/114.

[3] تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يماً غَفُوراً

"Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. O halîmdir, bağışlayıcıdır." (İsrâ 17/44)

[4] Detaylı bilgi için bk. Mehmet Görmez, Hakikat Arayıcısının Yol Haritası.