Dönem Ödevleri 2021-2022

İhtilâf Bağlamında Murââtu’l-Hilâf
Ali Uçak

İDE AKADEMİ | DÖNEM ÖDEVİ 2021-2022

GİRİŞ

İnsanın bulunduğu yerde ihtilâfın yani görüş ayrılıkların bulunması kaçınılmazdır. Bunun en tipik yansıması, ehl-i re’y, ehl-i hadis gibi farklı ekolleri zikredebiliriz. Bunun sebepleri çeşitli olmakla beraber, dayandıkları deliller, anlayış tarzları, ilmi yeterlik gibi hususları saymamız mümkündür. Söz konusu farklı ekoller arasında, bir neyi uzlaşı sayılabilecek yaklaşımları da çok rahatlıkla görebiliriz. Muhâlif görüşe riayet anlamına gelen, ‘murââtu’l-hilâf’ ilkesi uzlaşıya verilecek örneklerin başında gelir.

Mâlikî mezhebi, murââtu’l-hilâf ilkesiyle, usulde kullanılan farklı ve orijinal deliller itibariyle diğer ekollerden ayrılmıştır. Çünkü söz konusu bu ilkeyi, sadece Mâlikî mezhebinin kullandığını müşahede etmekteyiz. İşte bu çalışmanın ana teması, Mâlikî ekolün esas aldığı muhâlif görüşe riayet anlamına gelen ‘murââtu’l-hilâf’ ilkesidir. Bu delilin öncelikle kavramsal çerçevesine bakılıp ardından meşruiyeti hakkında bilgi verilmiştir. Bunun yanı sıra, ortaya çıkış nedenleri ve meşruiyetine dair nakli deliller de zikredilmiştir. Son kısımda, esas ilke murââtu’l-hilâfın genel Mâlikî literatüründeki yerine değinilmiştir.

  1. KAVRAMSAL ÇERÇEVE

Hilâf ve ihtilâf kavramları, her ikisi de h-l-f (ف-ل-خ) kökünden türemiştir. Hilâf kavramı sözlükte, aykırı davranmak, karşı gelmek, muhalefet etmek gibi anlamlara gelmektedir.[1] Terim anlamı ise hilâf, muhalif görüş, görüş ayrılığı gibi anlamlara gelir. Aynı zamanda hilâf kavramı, hukukî görüş ayrılığı, farklılığı gibi anlamlara da gelmektedir. Klasik sözlük yazarlarından Curcânî ise hilâfı, ‘‘bir hakkın gerçekleşmesi (tahakkuk etmesi) veya bir şeyin batıl olduğunu göstermek için iki karşıt fikirlinin (muteârız) aralarında yaptıkları tartışmadır’’ şeklinde tarif etmiştir.[2] 

Endülüs fakihlerinden İbn Hazm ise hilâfı, herhangi bir konudaki çekişme ya da tenâzu yani tartışmadır, ki bu da, bir kişinin söz veya akıl açısından bir yolu tutarken bir diğerinin de başka yolu tutmasını ifade eder. Bunun da diyâneten/dinen haram olduğunu belirtmiş ve bu anlayışını temellendirmek için birkaç ayet zikretmiştir.[3] Örneğin, ‘‘Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Bir de sabırlı olun, çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir’’[4] ayetini zikretmiştir. Bunun gibi, çekişmeyi, tenâzu etmeyi yasaklayan çeşitli birkaç ayet daha zikretmiştir.[5]   

Hukuk terminolojisinde, hukukî görüş ayrılığını ifade eden başka bir kelime ise, ihtilâf terimidir. İhtilâf sözcüğü, hilâf kavramıyla aynı kökten türeyip aynı ortak anlama sahiptir. Nitekim ihtilâf sözlükte, karşı gelmek, farklı görüşe sahip olmak, fikir ayrılığı, çekişmek[6] gibi anlamlara gelmektedir. Terim anlamı ise ihtilâf, ‘‘söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan farklı bir yol tutmak’’ anlamına gelmektedir.[7] Aynı kökten türeyen söz konusu bu kavramlar (hilâf-ihtilâf) arasında anlam genişliği farkı vardır. Söz gelimi hilâf, ihtilâf kavramını kapsamakla beraber daha geniş bir anlam alanına sahiptir.[8]  

İhtilâf terimi, ilk dönemler için kullanıldığında, Hz. Peygamberden sonra sahâbe, tabiîn ve onlardan sonra gelen müctehidlerin görüş/fikir ayrılıklarını ifade etmek için kullanılmıştır. İlk dönemlerdeki görüş ve anlayışların önemini ve değerini yansıtan bu ihtilafların bilinmesi, fetva vermenin koşulu kabul edilmiştir. Netice itibariyle de bu anlayış, farklı görüş ve anlayışlarını bir araya getirilmesine ve hilâf ilmi literatürünün oluşmasına zemin hazırlamıştır.[9]    

  1. HUKUKİ GÖRÜŞ AYRILIĞIN (İHTİLÂF) ORTAYA ÇIKIŞI VE MEŞRUİYETİ

İslam hukukunun başlı başına bir disiplin haline gelmesi, Hz. Peygamber’den sonraki dönemde olmuştur. Onun döneminde ashâb, bizzat Hz. Peygamber’in yaptıklarını yapardı. Onun vefatından sonra ise sahâbe, bıraktığı ilmi mirası (hadis-sünnet) takip etmiştir. Daha sonra ise, bu ilmi miras bir araya getirilmiş, hukukî terimlerin, hükümlerin temeli atılmış, başlı başına bir disiplin oluşturulmuştur. Bu faaliyetler bu dönemde değil, ondan sonraki dönemlerde gerçekleştirilmiştir. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, o döneminde şer’i hükümlerden veya delillerden hüküm istinbât etmekten söz etmek, mümkün değildir. Ancak daha sonraki dönemlerde, fakihlerin bu alandaki ilmi çabalarıyla, hukuki terminoloji ve anlayış belli bir disiplin içerisinde ortaya çıkmaya başlamıştır.[10]  

Hz. Peygamber’in vefatından sonra ashâb, fetih gibi çeşitli sebeplerden dolayı farklı coğrafyalara dağılmışlardır. Gittikleri bölgelerde ki hukuki sorun ve problemleri, daha önce öğrendikleri ayet ve hadislerle hukuki istidlâllerde bulunarak çözmüşlerdir. Bu yöntemle -ayet ve hadis- sorunları çözemedikleri zaman, re’ye (akıl) başvurarak hüküm vermişlerdir.[11] Sahâbe ve sonra da tabiîn arasında başlayacak ve daha sonraki nesilleri de içine alacak ihtilafın bu konu da başladığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü re’yin devreye girmesiyle, sahâbe döneminde başlayan ihtilâf,[12] tabiîn döneminde hukuk alanında çeşitli bölgelerde öncü figürlerin öne çıkmasına,[13] daha sonra ise, Hicaz ve Kûfe gibi hukuk ekollerin, hukuk tarihinde yerini almasına zemin hazırlamıştır.[14] Daha sonra hukuk ilminin kendi başına bağımsız bir disiplinleşme süresinde şahıs merkezli ekolleşmeler ortaya çıkmıştır. Bu ekolleşme süreci, hukuk tarihi açısından önemli bir evreyi ifade ederken, hukuki ihtilâfların varlığının doğal olarak belirleyicisi olmuştur.[15] 

Ortaya çıkan bu hukuki ihtilâf, hiç kuşkusuz ki içtihat farklılığın doğal bir sonucudur. Daha sonraları içtihat edebilmek için bu tür bilgilerin yani, hukuki ihtilâfların bilinmesi gerektiği öne sürülmüştür. Bu bağlamda Endülüs fakîhlerinden imam Şâtıbî, içtihat düzeyine gelebilmenin şartı olarak, hilâf bilgisinde derinleşmek gerektiğini öne sürmüştür. Bu sayede fıkıh bilgini, ihtilâflı konuları kavrar ve karşılaştığı hukuki problemler karşısında derin bir kavrayışa sahip olabilir. Bunun için Şâtıbî, bilginlerin ilmini, ihtilâf bilgisinden ibaret olduğunu öne sürmüştür. Bu anlayışı temellendirmek için de Mâlikî mezhebinin imamı, Mâlik b. Enes’ten şu önemli hususu nakletmiştir: ‘Fetva vermek ancak insanların üzerine ihtilâf ettikleri konuları bilenler için caizdir. Kim ihtilâfı bilmiyorsa, onun burnu fıkhın kokusunu bile almamıştır.’’[16]

Şâtıbî, bunun ardından birçok alimin bu görüşte olduğuna dair çeşitli nakillerde bulunmuş, ihtilâf alanın bilinmesinden kastın ezberlenmesi değil, ihtilâfların kavranması gerektiğini vurgulamıştır. Bunun için, hilâf ilmini bilmenin her müçtehit için zorunlu bir donanım olduğunu ifade etmiştir. Bu türden donanımın da, Mâzerî (ö.536/1141) ve nazar konusunda tahkik ehlinden olan diğer kişilerde bulunduğunu belirtmiştir.[17]

 İhtilâf, alanına göre farklılık arz etmektedir. Kimi konularda görüş ayrılığının bir sınırı olmazken, teoloji alanında ortaya çıkan görüş ayrılıkların meşruiyeti konusunda bir sınırlama söz konusudur. Bu sınırlama, Allah’ın varlığı birliği gibi temel ve esas spesifik konuları içermektedir. Allah’ın sıfatları, kazâ ve kader gibi kelâmî konularda ortaya çıkan aykırı görüşler her ne kadar ihtilâf olsa da, ıstılahta, delâlet, bidat gibi bazı kavramlaştırmalarla nitelendirilmiştir. Bu durum aynı zamanda, bu alandaki görüş farklılıklarının meşruiyetinin genel kanaatini de ifade etmektedir.[18] 

Hukuki yani fıkhî alanda ortaya çıkan görüş ayrılıkları (ihtilâflar) ise, çoğunluk tarafından meşru ve doğal karşılanmıştır. Nitekim İslam Hukuk tarihinde başlangıçtan itibaren ihtilâflar var olmuştur. Zira sahabe döneminde farklı hükümlere ulaşılmış ya da ihtilâflar ortaya çıkmıştır. İlk dönemlerde ortaya çıkan bu ihtilâfların çözümünde, Hz. Peygamber etkili olmuştur. Onun vefatından sonra sahabe, hukuki ihtilâflar karşında müsamahakâr bir tutum sergileyerek, görüş ayrılıkların meşruiyetini kabul etmiştir.[19]

Endülüslü fakîh İmam Şâtıbî ise, ihtilâf konusunda ilginç ve detay bir anlayışa sahiptir. O, ihtilâfa dair, ‘‘Kur’an üzerine durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar (ihtilâf) bulurlardı.’’[20] ‘‘Eğer bir şeyde çekişirseniz, onun çözümünü Allah ve Peygambere götürün…’’[21] ayetlerini naklederek, bu ayetlerin çekişme (nizâ‘) ve görüş ayrılığına düşmenin kaldırıldığı konusunda açık olduğunu ve görüş ayrılıklarının bulunması durumunda da şeriata başvurulmasını emretmektedir. Bu başvuru da, söz konusu ihtilâf’ın ortadan kaldırılması amacıyla gerçekleştirilecektir. Çünkü, her ne kadar usul ve furû‘ alanında pek çok görüş ayrılığı bulunsa dahi, şeriat tek bir görüşe çıkar ve bundan başkası da doğru olmaz.[22]

Şâtıbî’ye göre, ihtilâf’ın ortadan kalkabilmesi için, yalnızca tek bir şeye başvurulması gerekir. Çünkü o, şeriatta ihtilâfı gerektiren unsurlar bulunması durumunda, ona başvurmanın tartışma ve görüş ayrılıklarının ortadan kalkması durumu söz konusu olmayacağını öne sürmüştür. Sonuç olarak da bu durumun hükümsüz yani bâtıl olduğunu vurgulamıştır.[23] bu anlayışını temellendirmek için başka ayetleri de zikreden imam Şâtıbî’ye göre bunlar, şeriatta ihtilâfa yer olmadığı ve onun tümüyle tek bir yaklaşım ve hüküm üzere konusunda kesindir. Bu meyanda Şâtıbî, Müzenî’ni şu sözünü nakletmiştir: ‘‘Allah, İhtilâfı yermiş ve görüş ayrılığı bulunduğunda, Kur’an ve Sünnete başvurulmasını emretmiştir.’’[24]      

Netice itibariyle, alimlerin çoğu görüş ayrılıklarını (ihtilâfları) hoşgörü ve doğal olarak karşılamışlardır. Her ne kadar imam Şâtıbî gibi alimlerin, ihtilâfın varlığını kabul etmeyip, müracaat edilen tek bir görüşün olduğunu öne sürmüşlerse bu anlayış marjinal kalmıştır. Çünkü sosyolojik olarak aklın, re’yin devreye girmesiyle farklı anlayış ve görüşlerin var olması kaçınılmaz olacaktır. Başka bir ifadeyle, her insanın akıl yürütmesi, düşüncesi aynı olmadığı için, hukuki anlaşmazlıklarda re’yin kullanımı ihtilâfları da beraberinde getirecektir. Bu hususta esas dikkate alınacak şey, ihtilâfların varlığını tartışmak değil, onları anlayıp, delillerini kavramaya çalışmaktır.      

  1. HİLÂFA RİAYETİN BİR YANSIMASI OLARAK, MURÂÂTU’L-HİLAF

Hukuk ekolleri içerisinde en fazla delil, kaynak türlerine sahip ekol Mâlikî mezhebidir. Çünkü Mâlikî mezhebi, fıkıh usulünde sahip olduğu zengin birikimleriyle ön plana çıkmaktadır. Bu gerçeği M. Ebû Zehra da, ‘‘Mâlikî ekolünün fıkıh usulü literatürüne bakıldığında bir çok şer’i delilin ya da hukuk kaynağının sıralandığının görüleceği’’ şeklinde ifade etmiştir. Bunun ardından Mâlikî ekolün delillerini şu şekilde sıralamıştır: Kur’an, sünnet, icmâ, kıyâs, istihsân, örf, Medine ehlinin ameli, mesâlihi mürsele ve seddi zerîa.[25] Mâlikî ekolünde fetva ve yargı alanında çalışma yapan Muhammed Riyâz ise, Mâlikî ekolünde fetva verirken başvurulan nakli delilleri, Kur’an, sünnet, Medine ehlinin ameli, sahâbenin fetvaları, icmâ ve murââtu’l-hilâf şeklinde zikretmiştir.[26]

Buradan hareketle, murââtu’l-hilâf ilkesi, Mâlikî ekolünde delil çeşitlerinden ve fetva verilirken başvurulan nakli delillerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bu ilkenin etimolojisine girecek olursak, murââtu’l-hilâf, iki kelimeden oluşan bir isim tamlamasıdır. İlk kelime Murâât kavramı sözlükte, münâzara ve murâkabe gibi anlamlara gelir.[27] İkinci kavram hilâf sözcüğü ise yukarıda açıklandığı üzere,[28] aykırı davranmak, zıtlaşmak, muhâlefet etmek gibi anlamlara gelmektedir. Bu ilkenin terim anlamı ise, ‘‘müçtehidin, kendisine muhalif olan müçtehidin delili ile amel etmesidir.’’ Söz konusu ilke, ‘‘muârız olan görüşü gerekli kılan şey nedeniyle o görüşe dayandırmak’’ şeklinde de tarif edilmiştir.[29]

Mâlikî literatürde, bu delile başvurmanın meşruiyeti konusunda birkaç naklî delil öne sürülmüştür. En temel dayanakları Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadistir: ‘‘İmam Mâlik’ten İbn Şihâb’a, onun da Urve’den, Urve’nin Hz. Âişe’den (sıhhati üzerinde ittifak edilmiş) rivayet ettiğine göre, Utbe b. Ebî Vakkâs kardeşi Sa’d b. Ebî Vakkâs’a gelerek, Zem’a’nın cariyesinin oğlu bendendir, onu yanına al demişti. Bunun üzerine Sa‘d fetih yılı gelince, çocuğu, ‘kardeşimin oğludur; bana onu yanıma almamı söyledi’ diyerek yanına almıştı. Abd b. Zem’a da kalkıp, ‘bu çocuk benim kardeşimdir, babamın cariyesi onu doğurmuş ve babamın döşeğinde doğurmuştur’ demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber Abd b. Zem’a’ya, ‘çocuk senin hakkındır’ buyurarak çocuğu ona vermiş ve ‘çocuk kimin döşeğinde doğarsa onundur. Zina edene ise, mahrumiyetten başka bir şey yoktur’ buyurmuştur. Ancak çocuk fizyolojik olarak Utbe b. Ebî Vakkâs’a benzediği için Hz. Peygamber eşi, Zem’a kızı Sevde’ye ‘ondan örtün’ demiştir. Sevde de, Hz. Peygamber’in buyruğu üzere, kardeşi ölünceye kadar ona görünmemiştir.’’[30] Murââtu’l-Hilâf ilkesinin meşruiyeti üzerine öne sürülen bu naklî delili öne süren alimler, Hz. Peygamber’in burada iki aynı hüküm tespit ettiğini, bunlardan ilki, çocuk kimin döşeğinde doğarsa ona nispet edileceği hükmüdür. İkincisi ise, benzerlik hükmü sebebiyle ihtiyata dayanarak çocuğun Hz. Peygamber’in eşi Sevde’ye namahrem olmasıdır.[31]  

Mâlikî alimlerin bir diğer naklî delili ise, şu rivayettir: ‘‘Hangi kadın velisinin izni olmaksızın evlenirse nikahı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır! Eğer zifaf gerçekleşirse, kocasının ondan istifade etmesi karşılığında kadının mehir hakkı vardır.’’[32] Şâtıbî, bu hadiste yasak olan bir şeyin bir yönüyle sahih kılınmasının söz konusu olduğunu öne sürmüş, bunun içinde bu nikah hukukî sonuçlarını doğuracak, miras hükümleri uygulanacak ve çocuğun nesebi sabit olmaktadır. Bunun gibi fâsit bir nikâhın sahih nikah gibi hüküm doğurması, onun bir nevi sahih oluşuna karine teşkil etmektedir. Şâtıbî, sıhhat konusunda ihtilâfın söz konusu olduğu bu tür durumlarda muhalif görüşlere riayet edilebileceğini, böylece zifaf sonrasında nikahın fesadına dair olan yönü ortaya çıksa da, o nikahın feshine karar verilemeyeceğini öne sürmektedir.[33] 

Bu bağlamda Şâtıbî, murââtu’l-hilâf’ın maslahat, kolaylık ve güçlüklerin kaldırılması ilkeleri ile ilişkisini de ortaya koymaktadır. Zira yukarıda zikredilen fasit nikahta olduğu gibi nikahın feshedilmesi durumunda doğacak zarar daha büyük ise, Şâtıbî bu fesadın adalet ilkesine uygun olarak onaylanabileceğini öne sürmüştür. Söz konusu olayda mükellef zayıf olsa da bir delile uygun hareket etmektedir. Bu durumda zayıf delilin imâlî, o fiile yasak hükmünün verilmesinden daha ehven yani az zararlı olmaktadır. Çünkü zayıf delille amel edilmemesi durumunda, o fiilin gerçekleşmesinden sonra, yasak hükmün getirdiği zarardan daha büyük bir zararın ortaya çıkması söz konusu olmakta ve fiili işleyen kimseye daha büyük zararlar dokunmaktadır. Zira her iki durumda da tercihi gerektiren deliller bulunmaktadır.[34] Buradan hareketle Şâtıbî, hilâfa riayetin maslahat, kolaylık ve güçlüklerin kaldırılması ilkelerini esas alan bir anlayışla, hükmün bozulması durumunda yasağın daha büyük başka bir zararın ortaya çıkması durumun esas alındığını vurgulamaktadır.[35]

Şâtıbî, Murââtu’l-Hilâfı, ‘‘ihtilâflı olan bir konuda muhâlif görüşün delilinin dikkatte alınması’’ şeklinde tarif etmiştir.[36] Buradan hareketle, üzerinde ittifak edilen konularda muhâlif görüşlere bakılmadığı, ancak ihtilâflı konularda muhâlifin görüşe bakılacağını öne sürmüştür. Bu muhâlif görüş Mâlikî ekolde tercih edilen delile karşı olsa da, bu delil dikkate alınıp kabul edilir. Dolayısıyla Şâtıbî’ye göre, üzerinde ihtilâf edilen konularda, ittifak edilen meseleler gibi muamele edilmeyecektir. Örneğin, ihtilâf edilen her fasit nikahla miras hükümleri sabit olur ve bu nikahın feshedilmesi için ayrılmanın gerçekleşmesi gerekmektedir.[37]   

Murââtu’l-Hilâf ilkesi, maslahat düşüncesine dayalı olduğu için, kimilerince istihsân delilinin bir uzantısı olarak değerlendirilmiştir. Nitekim müçtehit, hukuken muteber olan iki esası oluşturan, ‘maslahata riayet edilmesi ve zararın ortadan kaldırılması’ için muhalifin delilinin medlûlünün gereği göz önünde bulunmaktadır.[38] İmam Şâtıbî de meşhur eseri, el-İ‘tisâm’da söz konusu bu ilkeyi (murââtu’l-hilâf) istihsân türlerinden biri olarak saymış ve Mâlikî ekolünün bir çok meselesini bu delil üzerine bina edildiğini ifade etmiştir.[39]

Birçok Mâlikî hukukçu, murââtu’l-hilâf ilkesinin delil olarak hukuk kaynaklarından biri olduğu konusunda görüş birliğine varmıştır. Bunların önde gelenleri imam Mâlik’in talebeleri, Mısırlı Ebû Abdillâh Abdurrahman İbnu’l-Kâsım (ö.191) ve Endülüslü Muhammed b. Beşîr (ö.198)’dir.[40] Endülüs fakîh Şâtıbî de, bu ilkenin Mâlikî hukuk ekolüne ait olduğunu, mezhepte hilâfa riayet edilmekte yani ihtilâflı bir meselede karşı görüşün delilinin dikkate alındığını belirtmiştir.[41]    

Bu ilkeye dair özel bir çalışma yapan Yahya Saîdî, murââtu’l-hilâf delilinin, Mâlikî ekolün cumhuru tarafından kullanılmadığını, ancak uygun bir sebep bulunduğu zaman kullanıldığını öne sürmektedir. Bu konuda bazı bilginlerin zikri geçen ilkeyi reddettiklerine dair yorumlar olmakla birlikte bunun doğru olmadığını, zira onların furû‘ya dair konularda bunu uyguladıklarını ileri sürmektedir. Mâlikî hukukçulardan Kâdî İyâz (ö.544) ve Kayravanlı Ebu’l-Hasan el-Lahmî (ö.478) gibi isimleri de buna örnek olarak zikretmiştir.[42]  

Yukarıda dile getirildiği gibi, murââtu’l-hilâf ilkesine dair Mâlikî mezhebinde tam bir uzlaşı söz konusu değildir. Bu ilke, tartışmalı bir mesele olması nedeniyle de alimler arasında mektuplaşmalara konu olmuştur. Ebû Ömer el-Kâdî, Ebû İmrân el-Fâsî, Kâdî İyâz ve İbn Abdilber gibi bazı Mâlikî fukaha nezdinde, sahih olan bir görüşü terk etmenin başka bir imamı (müçtehit) taklit etmesi anlamına geleceğinden ve genel usul kaidelerinde (kıyas) bu durumu destekleyen bir husus olmadığından dolayı söz konusu ilkesine karşı çıkmışlardır.[43] Ebû Bekir İbnu’l-Arabî ve Kabbâb gibi âlimler ise, bu kâidenin delil oluş yönünü ve mahiyetini yapmış oldukları tanımlarda ortaya koyarak savunmuşlardır.[44] Ancak bu kâidenin bir delil olmadığı ya da olamayacağı yönünde bazı sorunlu hususlar alimler tarafından dile getirilmiştir.[45]

Netice itibariyle, murââtu’l-hilâf ilkesi çerçevesinde yapılan tartışmalar sonucunda imam Şâtıbî, bu ilkenin temelsiz bir husus olduğunu düşüncesini benimsemiştir.[46] Çünkü her şeyden önce ona göre bu ilkenin temeli olan ‘hilâf’ın varlığı söz konusu değildir. Şâtıbî bu anlayışını, ‘şer’î hükümlerde görüş ayrılıkları bulunsa da hukukun sonuçta tek bir görüşe çıkacağını’ ilkesiyle[47] temellendirmiştir.  Ayrıca Şâtıbî, hukukun bütünlüğü ilkesinden hareketle, hukuk düzen işlevinin hukuk uygulamalarında birlik ve düzeni gerektirmesinden ötürü, murââtu’l-hilâfı bu düzen fikrini zedeleyen bir unsur bu ilkeye karşı çıktığı da öne sürülebilir.[48] Şâtıbî’nin yanı sıra Orhan, murââtu’l-hilâfı, Hanefi ekolündeki fâsid kavramıyla ilişkilendiği için söz konusu bu ilkenin, bir delil olmaktan ziyade, nehye ilişkin bir kâide sayılması gerektiği sonucuna varmıştır.[49]   

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Görüş ayrılıkların en doğal sebebi, insan aklıdır. Çünkü, fizyolojik olarak farklı yaratılan insanlar, aklî ve zihnî olarak da farklı yaratılmışlardır. Başka bir ifadeyle, fiziki özelleri farklı olan insanların, düşünce yapıları ve zihin dünyaları da birbirinden farklıdır. Bu özellere, coğrafya, örf, adet, gelenek, düşünce yapısı, ilmi donanım, din gibi faktörler etkili olmuştur. Dolayısıyla, insanların bir konu da ihtilâfa düşmesi tabiî bir durumdur.

İhtilâf edilen konular çeşitli olmakla beraber, en çok görüş farklılıkların görüldüğü alanlardan biri dindir. İlk zamanlarda insanlar sorunlarını Hz. Peygamber aracılığıyla çözmekteydiler. Onun vefatından sonra sahabe, Hz. Peygamber’den öğrendikleri malumatlarla problemlerini çözmeye çalışmışlardır. Ancak ilerleyen zamanlarda ortaya çıkan yeni sorunlara, daha önce öğrendikleri malumatlarla çözüm üretemiyorlardı. Dolayısıyla re’y denilen insan aklı devreye girdi. Bu anlayış, naslarda çözümünü bulamadığı sorunları, maslahatı gözeterek akıl ile çözmeye çalışmıştır. Bu yöntemin herkes tarafından benimsenmemesi, her alimin bir anlayış geliştirmesine ve ileride farklı ekol ve mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Ortaya çıkan söz konusu bu anlayışlar, zaman içerisinden terminoloji ve literatürü olan başlı başına ekol sistematiği olan bir mezhebe dönüşmüşlerdir. Her ekol kendine ait yöntem, kaide ve delil geliştirerek nasları anlayıp sorunları çözmeye çalışmıştır. Bunun sonunda her ekolün, kendine has bir usul anlayışı olmuştur. Bu usul, nasları doğru bir şekilde anlayıp bunun üzerine hüküm vermeyi amaçladığı için doğrudan fıkıh usulüne yönelik bir çalışmadır. Fıkıh usulüne yönelik yapılan bu çalışmada, ekoller kullandıkları delil ve ilke fazlalığıyla birbirlerinden farklılaşmışlardır.

Bu bağlamda Mâlikî mezhebi, kullandığı delil ve ilkelerle diğer ekollerden daha zengindir. Söz konusu mezhep, orijinal ve farklı delilleriyle ayrı bir değere sahiptir. Söz gelimi, Mâlikî mezhebi esas aldığı murââtu’l-hilâf ilkesiyle ön plana çıkmıştır. Hilâfa riayet anlamına gelen bu ilke, mezhebin ihtilâflı konularda temel aldığı bir delildir. Mâlikî ekolü bu delille, ortaya çıkacak zararın def etmek ve şahsın maslahatını gözetmeye çalışmıştır.

Temelini görüş ayrılıkların (hilâf) oluşturduğu bu ilke, Mâlikî fukahâ arasında tartışmalı olmakla beraber, cumhur tarafından usulî bir delil olarak kabul edilmiştir. Bizce de uygun olan görüş budur. Çünkü söz konusu bu delil, Mâlikî terminolojisiyle özdeşleşmekle beraber, birçok Mâlikî fakîh tarafından kabul görmüştür. Bu anlayışa karşı çıkan Endülüs alim Şâtıbî’nin yaklaşımı ise, bizce literaldir. Çünkü murââtu’l-hilâf ilkesinin temeli olan ‘hilâfı’ kabul etmemektedir. Ona göre hilâf söz konusu değildir. Görüş ayrılıkların var olması halinde dahi, şer’i hukuk tek bir görüşe çıkar. Bunun için bu delili temelsiz bir sorun olarak kabul etmektedir.

İmam Şâtıbî’nin bu anlayışına katılmak mümkün görünmemektedir. En başta hilâf’ın varlığını ve olamayacağını inkâr etmek mümkün değildir. Çünkü bunu kabul edilmesi durumunda, her şeyin kat’i olduğunu, mutlak bağlayıcı olduğunu ve herkesin aynı şeyi anlayacağı şekilde basit ve anlaşılır olduğunu anlamına gelir. Ancak, Hz. Peygamber döneminde sahabe, Peygamberden işittiklerini farklı anlayıp uygulamaları (örnek olarak, Benî Kureyza da ikindi namazının kılınıp kılınmaması) karşısında Hz. Peygamber sukut etmesi, farklı ekol ve mezheplerin varlığı gibi vâkıalar durumun bundan ibaret olmadığını göstermektedir.

Murââtu’l-Hilâf, esas aldığı maslahat prensibiyle, Hanefi ekolündeki ‘istihsân’ anlayışıyla örtüşmektedir. Çünkü iki delil de insan maslahatını esas almakta, mevcut anlayışın aksine farklı bir hükme dönmeyi esas almıştır. Durum ve şartlar maslahatı temin etmek için bu ilkeleri kullanmayı gerektirmektedir. Söz gelimi murââtu’l-hilâf ilkesini dikkate almak maslahatı temin etmek için kaçınılmazdır. Çünkü, her ekolün tıkandığı, sorunlara çözüm bulamadığı bir noktası vardır. Diğer ekolleri bir çeşitlilik ve zenginlik olarak kabul ettiğimiz takdirde, muhalif görüşlere riayet etmekle pekâlâ bir çözüm noktası bulunabilir. Bu açıdan murââtu’l-hilâf ilkesi, maslahatı temin etmede ve ihtilâflı konuları çözmede bir köprü vazifesi görmektedir.

Murââtu’l-Hilâf ilkesini Hanefi ekolündeki fâsid kavramıyla ilişkilendirmek de mümkündür. Nitekim bazı Mâlikî usulcüler, yukarı da zikredilen velisiz nikah örneğinde, maslahata riayet ederek bu tür evliliklere yönelik nehiyleri, Hanefi terminolojindeki fasit anlayışına benzer tarzda ele almışlardır. Böyle bir nikah türü de her ne kadar feshedilmesi gerekiyorsa dahi, hukuki sonuç ve bağlayıcı hüküm doğurur.

Murââtu’l-Hilâf ilkesi kimilerince, bir delil olmaktan ziyade, nehye yönelik bir kâide sayılması anlayışı pek sağlıklı görünmemektedir. Çünkü bu anlayış söz konusu ilkeyi sınırlandırmakta, anlam işlevini daraltmaktadır. Söz gelimi bu delil, nehyin yanı sıra insan maslahatını temin edecek ihtilâflı birçok konuda kullanılabilir. Ayrıca murââtu’l-hilâf anlayışı, sorunları makâsıdı şerîata uygun bir şekilde çözmeye çalışarak, bir nevi istihsân anlayışında olduğu gibi realiteyle kuralları birbiriyle uzlaştırma çabası içerisinde olmuştur.   

   

KAYNAKÇA

Alîş, Muhammed b. Ahmed Muhammed (ö.1299/1881), Fethu’l-Aliyyi’l-Mâlik fi’l-Fetvâ alâ  Mezhebi’l-İmâm Mâlik, Dâru’l-Ma‘rife, (b.y) (t.y), I-II.

Curcânî, Ali b. Muhammed eş-Şerîf (ö.816/1413), Kitâbu’t-Ta’rifât, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye,       Lubnân 1983.

Dihlevî, Ahmed b. Abdurrahim b. eş-Şehîd Vecîhi’d-Din b. Muazzam b. Mansûr Şâh Veliyullah (ö.1176/1762), el-İnsâf fî Beyân Esbâbi’l-İhtilâf, Dâru’n-Nefâis, Beyrût           1404.

Ebû Zehrâ, Muhammed (ö.1974), İslâm’da Siyâsî, İtikâdî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi (çev:          Abdulkadir Şener), Hisar yayınevi, İstanbul (t.y).

Feyyûmî, Ahmed b. Muhammed (ö.770/1368), el-Misbâhi’l-Munîr fî Ğarîbi’l-Şerhi’l-Kebîr,          el-Mektebetu’l-İlmiyye, Beyrût, (t.y.), I-II.

İbn Arafe, Muhammed b. Muhammed (ö.803/1401), el-Muhtasaru’l-Fıkhî li-İbn Arafe,      Muessesetu Halef Ahmed el-Hubtûri li-A‘mâli’l-Hayriyye, (b.y) (t.y), I-X.

İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd (ö.456/1064), el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm,        Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde, Beyrût (t.y), I-VIII.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb b. Sa‘d Şemsiddin (ö. 751/1350),       İ‘lâmu’l-Muvakkiîn an Rabbi’l-Âlemîn, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrût 1991, I-IV.

İbn Mâce, Ebû Abdillâh b. Muhammed b. Yezîd (ö.273/887), es-Sunen, Dâru’l-Hadâra li’n-    Neşri ve’t-Tevzî‘, Riyâd 1436.

İbn Manzûr, İsfehânî, s. 294; Cemâluddîn Muhammed b. Mukrim (ö.711/1311), Lisânu’l-Arab, Dâr Sâdır, Beyrût 1414, I- XV.

İbn Ruşd, Ebû’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Ahmed (ö.595/1198),  Bidâyetu’l-Muctehid ve Nihâyetu’l-Muktesid, Dâru’l-Hadîs, Kâhira 2004, I-IV.

 

Kaya, Eyyüp Said, ‘‘Mâlikî Mezhebi’’, TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı           Yayınları, Ankara 2003, I-XLIV.

Kılıç, Muharrem, ‘‘Hukukî Görüş ayrılıkları (ihtilâf) ve Hilâfa Riayet (Murââtu’l-Hilâf) İlkesi         Konusunda Şâtıbî’nin Yaklaşımı’’, Marife Dini Araştırmalar Dergisi, Sayı: II, Yıl:       2005.

Mes‘ûd, Muhammed Hâlid, İslâm Hukuk Teorisi, İz yayıncılık, İstanbul 1997.

Orhan, Fatih, ‘‘Fıkıh Usûlünde Mürâât-ı Hilâf ve Hüccet Değeri’’, Usûl İslam Araştırmaları    Dergisi, Sayı: XXIX, Yıl: 2018.

Özen, Şükrü, ‘‘ihtilâf’’, TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul       2000, I- XLIV.

--------, ‘‘hilâf’’, TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, I-    XLIV.

--------, ‘‘İhtilâf’’, XXI/565; Yusuf Şevki Yavuz, ‘‘Ehl-i Bidat’’, TDV İslam Ansiklopedisi,   Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1994, I-XLIV.

Râğıb el-İsfhânî, Ebu’l-Kasım el-Huseyn b. Muhammed (ö.502/1108), el-Mufredât fî Ğarîbi’l-         Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Beyrût 1412.

Şâtıbî, İbrahim b. Mûsâ b. Ahmed (ö.790/1388), el-Muvâfakât, Dâru İbn Affân, (b.y) 1997, I-        VII.

--------, el-İ‘tisâm, Dâru İbni’l-Cevziyyi li’n-Neşr ve’t-Tevzî‘, Suudi Arabistan 2008, I-III.

Tirmîzî, Ebû Îsâ b. Muhammed b. Îsâ b. Sevre b. Mûsâ b. ed-Dahhâk (ö.279/892), es-Sunen,           Dâru’l-Hadâra li’n-Neşri ve’t-Tevzî’, Riyâd 1436.

 

 

 

 

 


[1] Ebu’l-Kasım el-Huseyn b. Muhammed Râğıb el-İsfhânî (ö.502/1108), el-Mufredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Beyrût 1412, s. 295-296; Ahmed b. Muhammed el-Feyyûmî (ö.770/1368), el-Misbâhi’l-Munîr fî Ğarîbi’l-Şerhi’l-Kebîr, el-Mektebetu’l-İlmiyye, Beyrût, (t.y.), I/178.

[2] Ali b. Muhammed eş-Şerîf el-Curcânî (ö.816/1413), Kitâbu’t-Ta’rifât, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Lubnân 1983, s. 101.

[3] Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd b. Hazm (ö.456/1064), el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde, Beyrût (t.y), I/46.

[4] 8. Enfâl, 46.

[5] Detaylı bilgi için bkz., İbn Hazm, s. 47.

[6] İsfehânî, s. 294; Cemâluddîn Muhammed b. Mukrim İbn Manzûr (ö.711/1311), Lisânu’l-Arab, Dâr Sâdır, Beyrût 1414, IX/82.

[7] Şükr Özen, ‘‘ihtilâf’’, TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2000, XXI/565.

[8] Bkz., İsfâhânî, s. 294 vd.; İbn Manzûr, IX/82 vd.

[9] Özen, ‘‘hilâf’’, TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, XVII/527 vd.

[12] Ayrıntılı bilgi için bkz., Dihlevî, s. 23-30.

[13] Bkz., Muhammed Ebû Zehrâ (ö.1974), İslâm’da Siyâsî, İtikâdî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi (çev: Abdulkadir Şener), Hisar yayınevi, İstanbul (t.y), s. 283 vd.

[14] Söz konusu bu konuların ayrıntıları araştırmamızın boyutunu aşacağından dolayı, temel konuları vurgulamakla iktifa ettik. Ayrıntılı bilgi için karışık olarak bkz., İbn Kayyim el-Cevziyye, I/19-24.    

[15] Bkz., Özen, ‘‘İhtilâf’’, XXI/566.

[16] İbrahim b. Mûsâ b. Ahmed eş-Şâtıbî (ö.790/1388), el-Muvâfakât, Dâru İbn Affân, (b.y) 1997, V/122.

[17] Şâtıbî, V/123.

[18] Özen, ‘‘İhtilâf’’, XXI/565; Yusuf Şevki Yavuz, ‘‘Ehl-i Bidat’’, TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1994, X/501-505.

[19] Ebû Zehrâ, s. 270 vd.

[20] 4. Nisâ, 82.

[21] 4. Nisâ, 59.

[22] Şâtıbî, V/59.

[23] Şâtıbî, V/60.

[24] Şâtıbî, V/61.

[25] Bkz., Ebû Zehrâ, s. 512-518; Eyyüp Said Kaya, ‘‘Mâlikî Mezhebi’’, TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2003, XXVII/524.

[26] Muharrem Kılıç, ‘‘Hukukî Görüş ayrılıkları (ihtilâf) ve Hilâfa Riayet (Murââtu’l-Hilâf) İlkesi Konusunda Şâtıbî’nin Yaklaşımı’’, Marife Dini Araştırmalar Dergisi, Sayı: II, Yıl: 2005, s. 64.

[27] İbn Manzûr, IX/83.

[28] 2. Dipnota bkz.

[29] Kılıç, s. 64.

[30] Ebû’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Ahmed İbn Ruşd (ö.595/1198), Bidâyetu’l-Muctehid ve Nihâyetu’l-Muktesid, Dâru’l-Hadîs, Kâhira 2004, IV/140-141.

[31] Kılıç, s. 64-65.

[32] Ebû Îsâ b. Muhammed b. Îsâ b. Sevre b. Mûsâ b. ed-Dahhâk et-Tirmîzî (ö.279/892), es-Sunen, Dâru’l-Hadâra li’n-Neşri ve’t-Tevzî’, Riyâd 1436, (K. Nikâh, 14) s. 230; Ebû Abdillâh b. Muhammed b. Yezîd İbn Mâce (ö.273/887), es-Sunen, Dâru’l-Hadâra li’n-Neşri ve’t-Tevzî‘, Riyâd 1436, (K. Nikâh, 15) s. 285.

[33] Şâtıbî, V/191.

[34] Şâtıbî, V/191-192.

[35] Şâtıbî, V/192.

[36] Şâtıbî, V/106.

[37] Şâtıbî, V/106.

[38] Kılıç, s. 66; murââtu’l-hilâf’ın istihsânla ilişkisi için ayrıca bkz., Fatih Orhan, ‘‘Fıkıh Usûlünde Mürâât-ı Hilâf ve Hüccet Değeri’’, Usûl İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: XXIX, Yıl: 2018, s. 117-118.

[40] Kılıç, s. 66.

[41] Şâtıbî, el-Muvâfakât, V/106.

[42] Kılıç, s. 66.

[43] Muhammed b. Ahmed Muhammed Alîş (ö.1299/1881), Fethu’l-Aliyyi’l-Mâlik fi’l-Fetvâ alâ Mezhebi’l-İmâm Mâlik, Dâru’l-Ma‘rife, (b.y) (t.y), I/82.

[44] Şâtıbî, el-Muvâfakât, V/107.

[45] Detaylı bilgi için bkz., Muhammed b. Muhammed İbn Arafe (ö.803/1401), el-Muhtasaru’l-Fıkhî li-İbn Arafe, Muessesetu Halef Ahmed el-Hubtûri li-A‘mâli’l-Hayriyye, (b.y) (t.y), IV/35.

[46] Muhammed Hâlid Mes‘ûd, İslâm Hukuk Teorisi, İz yayıncılık, İstanbul 1997, s. 192.

[47] Şâtıbî, el-Muvâfakât, V/59.

[48] Kılıç, s. 72.

[49] Detaylı bilgi için bkz., Orhan, s. 120.