Usul-Temsil İlişkisi
Burhanettin Tatar


İDE AKADEMİ 2021-2022 | DERS NOTLARI  | 20 Ekim 2021

  • Usul kavramı, aslın, orijinal olanın veya felsefi olarak varlığın ya da daha geride hakikatin kendisini göstermesi olarak anlaşılmaktadır. Usul aslında bir yere gidiş, aslaha ulaşma olarak ele alınmaktadır. Yani yol bulma çabasıdır. Realizm açısından bakıldığında ise gerçekliğin kendisini göstermesine imkân hazırlamaktır.
  • Peki, temsil nedir? Fıkıhçının amacı bir fetva verirken, bir sorunu çözmeye çalışırken ulaştığı bu asıl /hakikat/ kaynak diye baktığı şeyin içinde bulunduğu mevcut şartlar içerisinde bir tikel nesne veya olay tarafından nasıl açığa çıkarılacağıdır. Çünkü sorun tümele ulaşmak değildir. Nitekim Kur’an ve sünneti sadece anlamak yeterli değildir. Önemli olan bu anlamın günümüz içerisinde, tikel sorunlar karşısındaki tezahürünün nasıl olacağıdır. Bu konu TEMSİL denilen sorunu açığa çıkarmaktadır. Her şeyden önce burada temsil derken, RE-PREZENTASYON kastedilmektedir. Temsil kelimesi, tek başına bu konuyu ANLAMAK için yeterli değildir. Temsil kelimesini re-prezentasyon kavramı açısından anlamak daha yararlıdır.
  • PRESENT kelimesi bir şeyin kendisini takdim etmesi, sunması, göstermesi demektir. Kategorik olarak da ŞİMDİ BURADA bir şeyin kendisini göstermesidir. Ama RE başa geldiğinde her ne kadar yeniden anlamı olsa da aslında tam söylediği şey şudur; BİR ŞEYİN FARKLI BİR ŞEY ARACILIĞI İLE KENDİSİNİ DOLAYLI OLARAK SUNMASI VEYA GÖSTERMESİ DURUMU. Felsefi olarak ise özdeşliğin farklılık içerisinde kendi özdeşliğini sunmasıdır. Tıpkı devletin, cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, valilik, askeriye veya üniversiteler gibi birbirinden farklı devlet kurumları aracılığıyla kendisini gösterebilmesi gibi. Aynı şekilde polis, asker gibi unvanlar devletin kendisini görünür kılma vasıtalarıdır. Bu açıdan bakıldığında Kur’an’ı Kerim dediğimiz metin tam anlamıyla bir re-prezentasyondur. Çünkü Allah mekândan, zamandan ve dilden münezzeh olarak kabul edilir. Bu da demektir ki, O’nun hiçbir zaman kendisini doğrudan gösterme veya görülme imkânı yoktur. Dolayısıyla Allah re-prezentasyon/temsil yoluyla anlaşılmaktadır.
  • Bu bağlamda Kur’an metni “doğrudan dile gelmez olanın” Arap dili aracılığıyla dolaylı olarak dile gelmeye başlaması demektir. Vahyin özelliği budur. Çünkü Allah kelamdan yani konuşmaktan ve dilden münezzehse, doğrudan dile gelmeyen bir varlık demektir. Bu durumda doğrudan dile gelmeyen bir varlığın Arap dili aracılığıyla dile gelme hadisesine vahiy, Kur’an denmiştir. Sünneti ve hadisi, vahiy ya da kısmi vahiy olarak kabul eden İslam ulemasına bakıldığında da aynı durum görülmektedir. Hadis veya sünnet, Kur’an’ın yanı sıra ikinci bir temsil ya da re-prezentasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani karşımızda nesneleşmeyen bir şeyin farklı bir form içinde görünür olması durumudur.
  • İSLAM İNANCINDA ALLAH ASLA NESNELEŞEMEZ. Kur’an’ı Kerim’in putperestliğe verdiği tepki buradan kaynaklanmaktadır. Nesne demek obje, yani karşıda duran demektir.  Dolayısıyla Allah hiçbir zaman zihinsel olarak bile karşıya konulabilecek bir şey değildir. Put bu anlamda beşeri bir re-prezentasyon tarzıdır. Bunun için Kur’an ısrarla putlarla yani bir şeyleri putlaştıran yani nesneleştiren insanlarla alay etmektedir. Kur’an’ı Kerim, insanların bazı nesneleri Tanrı’nın re-prezentasyonu olarak kabul etmelerine tamamen bir eleştiri getirmektedir. Bu açıdan bakıldığı zaman İslam nesnelerden ziyade söz, kelam veya eylem üzerinden temsile dayalı bir dindir.
  • Bu bağlamda MIMESIS kavramı ele alınmalıdır. MIMESIS Türkçeye hatırlama veya taklit olarak çevrilmektedir. Ancak Yunan düşüncesi açısından bakıldığı zaman bu anlam pek doğru değildir. Çünkü taklit şeklinde anlaşılması Latince IMITATIO (imitasyon) kavramına dayanmaktadır. Gadamer’e göre mimesis kavramını kozmolojik anlamda ilk kullananlar Pisagorculardır. Pisagorculukta semavi varlıklar yani bugün gezegen dediğimiz varlıklar matematik prensiplere göre bir ahenk içerisinde dans etmektedir. Dolayısıyla pisagorculuğa göre yeryüzünde uygun biçimde yaşamanın temel kuralı bu semavi varlıklarla uyum içerisinde yaşamaktır. Bu anlamda da matematik merkeze alınır. Çünkü kâinat matematiksel bir denge üzerinde var olmaktadır. Mimesis, kozmik gerçekliğin veya uyumun insanların eylemlerinde davranışlarında düşüncesinde ve sanatında matematiksel bir şekilde açığa çıkarılmasıdır. Müzik, pisagorculukta mimetik bir unsur olarak görülmektedir. Makamlar, melodiler HARMONICS ve INTERVAL yani birbirleriyle uyumlu sesler ve bu seslerin arasındaki boşluklardır. Her bir beste ayrı bir beste, her bir melodi ayrı bir melodi olmasına rağmen Harmonics ve Intervaller aracılığıyla bu semavi ahengi kendilerinde açığa çıkarmaktadırlar. İşte bunun adı mimesistir. Mimesis, tümelin bir tikelde (yani farklı bir formda) açığa çıkışıdır.
  • Felsefi hermönetik disiplininde genel kabul görmüş bir prensip vardır; TİKEL TÜMELİ REVİZE EDER. Diğer bir deyişle tikel, tikeldir yani somuttur. Taayyün etmiş, kendine özgü somutluk kazanmış, zaman, mekân şartları içerisinde bir forma sahip olmuş ve böylece diğer tikellerden ayrışmış bir şeydir. Tikel bu anlamda birbirinden farklılaşmış bir formda gerçekliğin açığa çıkışıdır. Tıpkı her insanın birbirinden farklı olması gibi.
  • Peki, tikel tümeli nasıl revize eder? TÜMEL DAİMA SOYUTTUR. Ancak zihinde kavranabilmektedir. Tikel ise somut için daima soyut tümelin kapsam alanının dışına gider.
  • Orta çağ düşüncesi tikeli tümelin altına yerleştirmeye, tümelin kapsam alanı içinde tutmaya çalıştırmıştır. Oysa felsefi hermenötik açısından bakıldığında tikel, soyutun kapsam alanı içerisinde anlaşılacak bir şey değildir.
  • Fıkıh-hukuk tarihine baktığımızda karşımıza iki tür yorum felsefesi çıkmaktadır. Birincisi LİTERALİZM’dir. Bazen mezhep olarak ZAHİRİLİK, literalizm diye çevrilmektedir. Bu doğru bir çeviri değildir. LİTERALİZM’in karşılığı LAFIZCILIKTIR. Modern yazarlar içerisinde bu konuyu en iyi kavrayan Edward W. Said’dir. Zahir kavramına karşılık olarak fenomen kavramını dile getirmektedir. Bu ise zuhur etmiş olan demektir. Zahirilik, İbn Hazm’da sözden ziyade zuhur etmişlik anlamında önemlidir. Hz. Peygamber döneminde ayet anlam açısından nasıl açığa çıkmaktadır? Lafızcılık dendiğinde lafzı ön plana çıkaran anlamına gelmektedir. Ancak Zahirilik, anlamın zuhur edişine odaklanan bir mezheptir. Hz. Peygamber döneminin sınırları içerisinde bu zuhuru görmeye çalışmaktadır Zahirilik. Dolayısıyla sünnet ve hadis de bu anlamda açığa çıkmışlık, zuhur etmişlik olarak anlaşılmaktadır. İbn Hazm, sahabenin Hz. Peygamber döneminde vahiy ve sünnetten anladığı şeyin İslam olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda kıyas caiz değildir. Çünkü İbn Hazm’a göre kıyas bu zuhurun eksikliği anlamına gelmektedir. Zuhurun eksikliği ise Allah’ın dinini eksik bıraktığı yönünde bir mana doğurmaktadır. Diğer taraftan Allah dinini tamamlamıştır ve din bütünüyle açığa çıkmıştır. Bu sebeple İbn Hazm’a göre fıkıhta kıyasa yer yoktur. Diğer bir deyişle boşluğa yer yoktur. İslam doluluk içerisinde anlaşılmalıdır. Zahirilik bu anlamda doluluk felsefesi olarak anlaşılmalıdır. Felsefi açıdan bakıldığında ise zahir, fenomen anlamına gelmektedir. O yüzden bugün tam karşılığı verilemese de Zahirilik için FENOMENALİZM tabirinin kullanılması daha doğru olacaktır. Yani Zahiriliğin karşılığı Literalizm değil Fenomenalizmdir.
  • Usulün içinde açığa çıkan evrensel, kaynak anlamın veya fıkıhçıların nass dediği hususun belli bir sorun, hadise karşısında nasıl anlaşılacağı temsil probleminin temelini oluşturmaktadır. Usul-temsil ilişkisi derken karşılaşılan problem budur. Bu durum aynı zamanda anayasanın ya da mevcut cari hukukun tek tek olaylar karşısında nasıl yorumlanacağı problemini de ilgilendirmektedir. Birinci tavır literalizmdir ve literalizm tikeli, tümelin kapsamı içerisinde tutmaktır. Yani onun şemsiyesi altına yerleştirmektir. Böylece tikelin, tümelin ötesine gitmediğini, onu aşmadığını varsaymaktır. Dolayısıyla bu tavır tabiri caizse kanun bunu söyler ben bunu uygularım diyen bir yaklaşımdır. Victor Hugo’nun Sefiller adlı romanının başkarakteri ve bir polis şefi olan Jean Valjean tam anlamıyla bir literalisttir. Tikel olguların veya varlıkların kendilerine özgü karakterini dikkate almaz, daima tümelden hareketle tikele yaklaşır ve olayları bu doğrultuda göre yorumlar. Kanunun sınırlarını hiçbir şekilde aşmayı uygun görmez. Ancak bu hukukun ahlakı yok etmesi demektir ve tarihte çok ciddi sorunlar üretmiştir. İslam hukuku tarihte ne zaman literalist davranmaya kalksa ahlakı yok etme riskini üretmiştir. Çünkü böyle bir yaklaşımda tikel ortadan kalktığı için ahlaka yer kalmamaktadır. Ahlak, tikelin farklılığının gözetildiği durumlarda mümkün olan bir şeydir. Tikel tümeli aşan, tümelin ötesine giden bir şey olduğu müddetçe ahlak mümkündür. Yoksa bir kuralın olduğu gibi tikele uygulanması ahlakı üretmez. Bu literalist bir yaklaşımdır. Nitekim bu da bir temsil hadisesidir. Literalist, tikeli tümeli temsil eden bir şeye dönüştürmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşıma maruz kalan insanlar daima hukukun mağduru haline gelir. Hukukçu da ben kanuna göre davrandım diye düşünerek kendisini aklamış olur. Ancak gerçek olan hukukun ahlakı üretmek zorunda oluşudur. Nitekim hukuk, ahlaki sonuçlar üretebildiği sürece hukuktur. Diğer taraftan literalizm, ahlakı göz ardı sadece kanunun literal anlamda gereğini yapma arzusu ve çabasıdır.
  • İkinci yaklaşım ise tikelin daima tümeli revize ettiği yaklaşımdır. Revize eder derken kastedilen şey tümelin anlamının mutlak olmayışıdır. Yani tümelin anlamı tikel açısından yeniden gözden geçirilmek durumundadır. Literalizm ile bu yaklaşımın arasındaki farklılık budur. Literalizmde tümelin anlamı mutlaktır, evrenseldir ve asla üzerinde değişiklik hâsıl olamaz. Anlam kesindir. Buna karşılık ikinci yaklaşımda tümel daima revize edilmesi gereken bir şeydir ki bu şekilde canlı kalabilsin, hareket edebilsin ve böylece ahlak üretebilsin. Hz. Ömer’in temelde tikelin tümeli revize ettiği bir fıkıhtır. Hz. Ömer’i fıkıh tarihinde ayrıcalıklı hale getiren şey tikeli tümeli revize eden bir şey olarak görmesidir. Mevcut durumlar karşısında bazı Kur’an ayetlerini literal olarak uygulamaması örneği bunun en belirgin örneğidir.
  • Aynı durum eğitim alanında da geçerlidir. İlkokul, ortaokul, lise veya üniversitelerde tüm öğrenciler aynı bilgilere, aynı öğretime maruz bırakıldığında bu eğitim midir yoksa tikelin tümelin altına sokularak körleştirilmesi ve tikelliğinden uzaklaştırılması durumu mudur? Tüm öğrencilere aynı ders verildiğinde çok zeki, kapasitesi yüksek bir öğrenci ile kavrayış düzeyi farklı olan bir öğrenci arasında fark yokmuş gibi davranıldığı için birinin zekâsı körleşmekte, yani “vasatlık” bir kritere dönüşmektedir. Bu aynı zamanda üretemeyen özgün düşünemeyen bir neslin açığa çıkışı demektir. Eğitim, bütün öğrencilerin aynı kapasiteye sahip olduğu kabul edilerek tasarlandığında özgün düşünme yeteneklerinin köreltilmesi sonucunu doğurabilmektedir. Japonya’da Avrupa’da ve sonra Türkiye’de yavaş yavaş zeki çocuklara özgü okullar açılmaya ve programlar belirlenmeye başlanmıştır. Diğer taraftan işin özünde bu da bir probleme sebep olmaktadır. Çünkü zeki çocuklar için “program” kelimesi bu işin mantığına aykırı düşmektedir. Özgün düşünmek ve programlamak birbirine aykırı şeylerdir. Özgün olan şey programa gelemeyen, usule aykırı olan şey demektir. Bu açıdan bakıldığı zaman hala devletler veya eğitim sistemleri çok zeki çocuklar karşısında ne yapacaklarını bilememektedirler. Bu tabi aynı zamanda aile içerisinde çocuk eğitimini de ilgilendiren bir konudur. Baba ve anne bütün çocuklarına benzer bir eğitimi yani aynı şablonu verebilir mi veya tatbik edebilir mi? Sonuç olarak insan denilen varlık mevzu bahis olduğunda özgün düşünme sorunu daima karşımıza çıkmaktadır.
  • Bu bağlamda iİki tür yaklaşım vardır: TÜMELDEN TİKELE GİDİŞ, TİKELDEN TÜMELE YAKLAŞIM. Bunlar özgün düşünme bağlamında çatışan yaklaşımlardır. Ancak tümelden tikele gidiş bütün faşist, komünist veya totaliteryan devletlerin, sistemlerin uyguladığı yöntemdir. Ortaçağda üretilmiş ve hep tümeli önceleyen metafiziksel tasavvurlar sonunda beklenmedik bir durumun yani totaliter rejimlerin açığa çıkmasında rol oynamış görünmektedir. Çünkü hep tümel öncelendiğinde tümeli temsil eden birileri daima olacaktır. Bunlar devlet başkanları veya rejimin koruyucuları olabilmektedir. ÖZDEŞLİK ve FARKLILIK ilişkisi, farklı düşünme biçimlerini felsefi düzeyde anladığımızda daha iyi kavranabilecektir.
  • Yunan felsefesi özdeşlik felsefesidir. Aristo’nun geliştirdiği ve kurallarını belirlediği mantık özdeşlik üzerine dayalıdır. Yahudi, Hristiyan ve İslam kültüründe Aristo düşüncesinin bu denli etkili olmasının nedeni özdeşlik üzerinden felsefe yapmasıdır. Farklılıklar araz olarak görülmüştür. Özdeşlik, hakikat denilen hususun kendisi olarak kabul edilmiştir. Bir şeyin hakikatini bilmek, hakikatine ulaşmak o şeyin özdeşliğine ulaşmak olarak kabul edilmiştir. O yüzden İslam düşünce geleneği büyük oranda özdeşlik düşüncesidir. Aristo mantığının İslami ilimler arasında yer almasının temel nedeni de budur. Yani onun özdeşliği ön plana çıkarması ve varlığı özdeşlik üzerinden ele almasıdır asıl neden. Çünkü Allah bir zattır, kendisiyle özdeştir yani mutlak özdeşliktir ve O’nun yarattığı her şey kendi özdeşliğine sahiptir. Bu bağlamda bakıldığında bütün varlıklar özdeşlik üzerine tanımlanmış olur.
  • İslam dünyası ve batı dünyası özdeşlik üzerine kurulmuş iki ayrı medeniyettir. Ancak ikisinin ortak yönü özdeşliği ön plana çıkararak dünyayı kavramak istemeleridir. Bunun karşısında Hint, Çin, Japon yani uzak doğu dünyası tam aksine farklılık merkezinde dünyayı anlayan medeniyetlerdir. Dolayısıyla dünyanın iki ayrı ve zıt biçimde kavranması durumu söz konusudur.
  • BUDİZM farklılığı nasıl görmektedir? Budizm, boşluk kavramını nasıl anlamaktadır? Bizim medeniyetimizde BOŞLUK denildiğinde DOLULUĞUN zıddı tasarlanmaktadır. Bu özdeşlik mantığından hareketle zihnimizin otomatik olarak yaptığı bir işlemdir. Fakat uzak doğuya gidildiğinde boşluk bilinen anlamda boşluk değildir. Yani boş olan bir şey, içinde varlığın, hiçbir şeyin olmadığı, öylesine atıl bir şey değildir. Peki, nedir boşluk? Boşluk, özdeşliğin olmayışı demektir. Yani hiçbir şeyin kendisine ait bir özdeşliğinin olmayışı demektir. Mesela gökyüzüne bakıldığında kuşlar uçuyor denir. Gökyüzü vardır ve kuşun gökyüzünün bir noktasından diğer noktasına uçtuğu hayal edilir. Gökyüzü burada bir sabite (özdeş) olarak kabul edilmekte ve kuşun uçması ise bir hareket yani değişim olarak görülmektedir. Dolayısıyla zihin sabit olana yani özdeş olana göre hareketi yani değişimi, geçici olanı algılamaktadır. Bütün İslam anlatısı bu yaklaşım üzeredir. İnsan ilk önce sabiteleri anlamak sonra ona göre değişimi izah etmek durumundadır İslam geleneğinde. Bütün ilahiyatçıların söyleminin gerisinde bu vardır. Orta doğu ve batı kültürlerinde de hâkim olan düşünce şekli budur. İlk önce sabiteyi, sabit olanı, değişmez olanı, özdeş olanı bulup, geçici olanı, araz olanı, az sonra yok olacak olanı ona göre anlamlandırmak doğru görülmüştür.
  • Budizm ise olayı şu şekilde ifade etmektedir; sadece kuşlar gökyüzünde uçuyor değildir, belki aynı zamanda gökyüzü kuşa doğru gelmektedir. Yani her şey karşılıklı hareket halindedir. Hiçbir şey sabit değildir. Orta doğu ve batı kültürlerindeki resim, şiir sanatlarında insanlar ağaca doğru gitmektedirler. Oysa Budizm açısından bakıldığında ağaç ta aynı anda insana doğru gelmektedir. Dolayısıyla çift yönlü hareket vardır. Budizmde bir şeyi sabit kabul edip diğerlerini ona izafeten anlamak zihnin sahte bir hakikat üretmesidir. Çünkü gerçeklik denilen husus bir şeyin sabit kalıp bazı şeylerin hareket etmesi durumu değil her şeyin karşılıklı olarak iç içe geçmesi durumudur. Ağaçta kâinatın geri kalanını görmeyi başarabilmek Budist anlayışın temelidir. Budizm, her şeyin karşılıklı olarak birbirini etkilediği bir anlayışa sahiptir. Nitekim toprak ve su ağacı, ağaç gökyüzünü, gökyüzü insanı etkilemektedir. Böylece birbirini karşılıklı olarak etkilemeyen ve dönüştürmeyen hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla her şey karşılıklı dönüşüm içerisindedir.
  • Budizm’de tikellerin birbirini karşılıklı dönüştürmesi boşluk kavramı ile ifade edilir. Hiçbir zaman dönüşümün son bulacağı nihai bir nokta yoktur. Dönüşüm durdurulamadığı için de mutlak bütünlük yoktur yani bizim anladığımız şekliyle bir vahdet yoktur. Çünkü vahdet bütünlüğün açığa çıkmasıdır yani tikellerin bittiği ve dönüşümün sonlandığı noktadır. O yüzden Budizm’de sınır kavramı eğreti bir şeydir. Sınırı aşmak, Nirvana’ya ulaşmak esastır. Bu İslam düşüncesine zıt bir düşüncedir.
  • Budizm’e en zıt gelen kavram BEN’dir. Ben’liğin yok edilmesi Budizm’in merkezinde yer alır. Budizm’in esası benlikten uzaklaşmaktır. Bu açıdan bakıldığında özgün düşünmek kısmen Budist düşünceyi incelemeyi gerektirmektedir. Zira özgün düşünebilmek için bir şeyi başka bir şey olarak görmek gerekmektedir. Bu anlamda özgür düşünme, bir şeyi sadece kendisi olarak görme değil aynı zamanda başka bir şey olarak görebilme kapasitesini de gerektirmektedir. Bu dini bağlamın tamamen dışında anlaşılmalıdır.
  • Bu düşünceden hareketle POST-MODERNİZM daha iyi anlaşılacaktır. Post-Modernizm, gelenek içerisinde iktidarlar tarafından üretilmiş, hakikat adına empoze edilen özdeşliğe (tümellere) karşı çıkış demektir. Yani farklılıkları koruma çabasıdır. Bu bağlamda post-modern düşünce açısından da anlaşılabilecek Paul Ricoeur’un “Başkası Olarak Kendisi” kitabından söz etmek gerekmektedir. Bu kitap insanlar arası ilişkileri de dönüştüren bir yaklaşıma sahiptir. Normalde olaylara ben benim, sen sensin yani benden başkasın açısından bakılmaktadır. Bu şekilde hep özdeşlikler üzerinden olaylara yaklaşılır ve anlaşmazlıklara düşülür. Oysa her bir insan aynı zamanda hem kendisi hem de bir başkasıdır. Dolayısıyla ben hem ben’dir hem de başkasıdır. Sonuç olarak ben hem özdeşlik hem de farklılık ekseninde kendimi anladığımda dengeli ve ahlaki iletişim imkânına ulaşabilirim. Ahlak; kişinin kendisini hem özdeşlik hem farklılık ekseni üzerinden gördüğü sürece mümkündür.